Prag beni en çok etkileyen şehirlerden biri.
Tek kelimeyle muhteşem!
Bundan 5 yıl önce Prag'a gittim, tekrar gitmek için sabırsızlanıyorum...
Gezi yazısı yazmaya meraklı birisi olarak Prag için de bir yazı yazmıştım, sizlerle paylaşmak sitedim.
Hem gidenlere Prag'ı tekrar hatırlatır, gitmeyi düşünenlere de fikir olur:
Dünya tacının en güzel mücevheri: PRAHA
Senelerden 2004… Ailecek ilk defa yurtdışına çıkacağız. Hatta ailemin ilk yurtdışı seyahati, benimse ikinci… ıçimizde bir heyecan, yüreğimiz pır pır. Oraya mı gitsek, şuraya mı gitsek derken annemle yaptığımız derin araştırmalar sonucu Prag’ta karar kılıyoruz. Önce babamın tepkisiyle karşılaşıyoruz: “ıtalya, ıspanya, Fransa bir sürü güzel ülke varken ilk gezimiz için bula bula demir perde ülkesini mi buldunuz? Ne işimiz var Çek Cumhuriyeti’nde?”, ama bu cümleleri kurarken sonradan aramızda Prag’ı en çok sevecek ve ona en çok hayran kalacak kişinin kendisi olduğunun farkında değil tabii…
Hitler’in bile hayran kalıp da bombalatmadığı iki şehirden biri olan Prag (diğeri ise Paris) için Goethe “Dünya tacının en güzel mücevheri: Prag” tanımlamasıyla dile getirmiş hayranlığını. Kimisi ona Altın Kent demiş, kimisi 100 Kuleli Masal Şehir diye övmüş… Ortaçağ’dan kopma sokakları, günbatımında Vltava nehrine yansıyan kilise ve tarihi bina siluetleri, şık köprüsü “Charles Bridge”, tüm ihtişamıyla Aziz Vitus Katedrali, Astronomik Saati, birbirinden güzel kızları, leziz birası, sokaklara taşan sanatı ve daha pek çok ışıltısıyla bizi bekliyordu Prag…
Gotik, Rönesans ve Barok olmak üzere farklı tarzları kapsayan benzersiz bir mimari dokuya sahip bu şehir. Ortaçağ boyunca kraliyetin merkezi olduğundan zengin ve güçlü aileler lüks malikaneler ve saraylar yaptırarak şehrin olağanüstü mimarisine katkıda bulunmuşlar. Ayrıca bölge Katolik ve Reformcuların başlıca çatışma alanı olduğundan birçok gösterişli katedral, kilise ve şapel inşa edilmiş. Katolik kilisenin zaferiyle sonuçlanan bu çatışma sayesinde de Prag “Yüz Kuleli Şehir” ünvanını kazanmış.
Prag Kalesi’nden başlayan gezintimizde ilk durağımız Aziz Vitus Katedrali. Öyle görkemli ki… Kale’nin içinde Kafka’nın evi de var, önünden geçiyoruz, kalabalıklar arasında yürüyoruz. Kaleden çıkıp şehre doğru inerken bir sokak var, öyle dar ki yayalar için trafik lambası koymuşlar… Bizde caddelerde trafik lambalarını kimse umursamazken burada sadece yayaların yürüdüğü dar bir sokakta duran trafik lambası ve buna uyan yayalar… ılginç geliyor haliyle.
Meydanlar sokak sanatçılarıyla dolu. Ama öyle heykel gibi duran kostümlü insanlar ya da elinde gitarıyla şarkı söyleyen sıradan sokak sanatçıları değil bunlar. Her biri büyüleyici performansları ile gerçek birer sanatçı… Ortaçağ kıyafetleri içinde ellerinde kemanları, çellolarıyla yöresel şarkılar söyleyen bir grup, Charles köprüsünde sesine hayran kaldığım arya söyleyen kör bir kadın, hemen ilerisinde elindeki kuklaya minyatür gitarını çaldıran birisi daha… Charles köprüsü eşsiz manzarasının yanı sıra bu sanatçılar ve ressamların da en yoğun olduğu yer. Prag halkı son derece kültürlü… Sanata öyle değer veriyor ki… Zaten her türlü sanatsal etkinliğin biletleri de herkesin alabilmesi için ucuz tutuluyor.
Birbirinden güzel ortaçağ sokaklarında ilerlerken karşımıza Astronomik Saat çıkıyor sonunda… Önünde her saat başı biriken kalabalığa karışıp hareketli figürlerin, kuklaların şovunu izliyoruz saatler 2’yi gösterdiğinde… Hemen karşısında koca koca bardaklarda çek birası bize göz kırpıyor ve o ilk denemeden sonra neredeyse susadıkça bira içer oluyoruz biz de aynı çekler gibi… Burada yetişen şerbetçiotunun biraya kattığı eşsiz lezzet tek kelimeyle harika… Biramı yudumlarken bir adam bana bakıp bakıp gülümsüyor, bir yandan da elinde makasla bir şeyler yapıyor dikkatlice. Annemle babam durumu anlamaya çalışırken adam gülümseyerek yanımıza geliyor ve siyah bir kartondan üç dakikada makasla kırparak yaptığı profilden resmimi bana uzatıyor. Gözlerime inanamıyorum, bu ne yetenek…
Çekler enteresan insanlar aslında. Yetenekleri ve sanata yatkınlıkları bir tarafa çoğu asık suratlı… Garsonlar siparişimizi alırken somurtuyor, dükkan sahipleri pazarlık yapmaya kalkarsak dövecekmişler gibi bakıp bir de üstüne tersliyorlar, ya da hiç tepki bile vermiyorlar almayacaksan git der gibi. Tek tük sevimli güler yüzlü insan var. Bunun sebebi demir perde zamanında geliştiremedikleri turizme yeni yeni alışıyor olmaları aslında. Çeklerle ilgili bir diğer izlenimim ise güzel kızları… Sokaklarda gördüğümüz Çek kızlarının çoğu manken standardında. Bir fayton sürücüsü geçiyor, sanırsınız ki Eva Herzigova… Diğer yandan Avrupa’nın birçok kentinde olduğu gibi azalan yaşlı nüfus problemi burada da var. Sokakta turistler dışında çocuk görmek neredeyse mümkün değil. Çocuk kıyafeti ya da oyuncak satan mağazalar da oldukça az bu yüzden…
Gece karanlık çökünce sokaklar öyle ıssızlaşıyor ki, sabahki ışıltısından eser yok. Yine çok güzel Prag, ama uykuya yatmış sanki… Vltava nehri üzerinde yemekli tekne gezintimize çıkıyoruz. Biz yemek yerken neşeli bir adam şarkı söylüyor akordeonunu çalarak, bir yandan gece uykuya dalmış Prag’ı izliyoruz yavaşça ilerleyen teknenin camından. Yemekten sonra teknenin üst katına çıkıp izlemeye devam ediyoruz bu güzel şehri… Keşke ışıklandırmaları daha fazla olsaymış, ne güzel pırıl pırıl parlardı geceleri Prag… Aylardan Ağustos olmasına rağmen buz gibi soğuk hava. Soğuk, sessiz ama bir o kadar da güzel gece vakti bu şehir. Annem soruyor Babam’a nasıl buldun Prag’ı diye… Hayran kaldım diyor Babam… Hayran kalmamak mümkün mü zaten bu şehre?