Yazar: Didem Çivici | Sayı 73 | Ekim 2011 | Pazartesi, 02 Şubat 2015 01:44
“Barışın Anahtarı Toprağa Yakındır”
İnsanın gururundan ve zevk arayışından doğan bir şey kültür olarak değerlendirilemez. Gerçek kültür DOĞA’da doğar; sade, alçakgönüllü ve saftır.
Bu satırlar, yaşamı boyunca insanlığa “doğal tarım” yöntemini anlatmaya çalışmış olan Masanobu Fukuoka'nın sözleri. Japonya'nın güneyinde küçük bir adada çiftçilik yapan bir ailenin çocuğu olarak büyüyen ve bir gün tüm dünya sistemlerinin, var olduğu düşünülen fikir ve kavramların hiçbir işe yaramadıklarının farkına varan bu adam bizlere, Zen-Budist öğretisi olan “hiç bir şey yapmama” hâlini tarım ve doğanın kökenleriyle birleştirerek, kendi deneyimleriyle sunuyor.
Her şey insan bilgisinin terk edilmesiyle başlar.
15 Eylül 2011. Bir kliniğin acil bölümündeyim; sol koluma serum bağlanmış, fazla su kaybından titreyen bedenimi yatıştırmaya çalışırken, başucumda duran anne ve babama daha birkaç saat önce okuduğum Fukuoka'nın balıkçıl hikâyesini anlatırken buluyorum kendimi:
Bir gece dolaşırken, limana bakan bir tepenin üstünde yorgunluktan yere yığılır ve uyumaya başlar. Uyku sersemliğiyle havanın aydınlanmasını izlerken güneşin kendisini göremediğini fark eder. O sırada uçurumun aşağısında yukarı doğru bir esintiyle sabah sisi ortadan kalkar ve bir gece balıkçılı çığlık atarak uzaklara uçar. O an tüm şüpheleri son bulur Fukuoka'nın, ve sisle birlikte karmaşık olan her şey kaybolur; ve şöyle derken bulur kendini:
Bu dünyada her şey boş...
… Ve o an hiçbir şey bilmediğini hisseder. Her şey yalandır ve bunu duyumsadığı o vakit ruhu hafifler ve berraklaşır. Kuşların cıvıltılarını duyar, dalgaların parıltılarını görür ve çevresinde var olan doğanın tüm güzelliği bir anda “görünür”. Bu, cennettir; bu “gerçek doğa”dır.
Fukuoka şöyle der:
“Eğer ölüm fikrinden kurtulmak isterseniz, kendinizi bu tarafta yaşam olduğu düşüncesinden kurtarmalısınız. Yaşam ve ölüm birdir.”
Ve ben, o gece o sedeyede “gerçek doğa”nın ışıltısıyla masallar anlatıyordum.
Doğal tarım , tarımın hakikî ve asıl biçimi, doğanın yöntemsiz yöntemi, Bodhidarma'nın dingin yoludur.
Fukuoka'nın doğal tarım hikâyesi, Koçi Vilayeti'ndeyken uzun zamandır kullanılmamış ve sürülmemiş bir tarlanın yanından geçerken sağlıklı pirinç fidelerinin yabani otlarla iç içe karmaşık bir halde görmesiyle başlar.
“Doğal tarım, insanın gereksiz işlem ve müdahalelerinden arınmış bir doğa temeli üzerine kuruludur. Doğayı, insan bilgisi ve eylemiyle şekillenen yıkımdan kurtararak eski haline getirmeye ve Tanrı'dan uzaklaşmış insanlığı yeniden hayata döndürmeye uğraşır.” diye söze başlıyor Fukuoka, Doğal Tarımın Yolu kitabında.
Doğadan ayrı kalan insan, kibir tutulmuş ve tüm hakikati yadsımaya başladı, ve kendini doğanın hükümdârı olarak bildi. Ne zaman ki uzaklaştırdı kendini özünden, var oluşun temelinden, “doğa”dan, o zaman hastalıklar sardı bedenini ve şimdi de onlardan ilaç ve kimyasal bileşimlerle kurtulmaya çalışıyor. Bedenini ilaçlarla, toprağı ise kimyasal gübre ve herbisitlerle dolduruyor.
Sonuç: Hastalıklar, Acı, Verimsizlik ve Kıtlık.
Modern endüstriyel tarım ilâhî bilgeliği arzular, ama bunun anlamını kavrayamadığı için doğayı kullanmak ister.
Saf doğal tarım buna zıt olarak hiç-darbe okuludur. Hiçbir yere gitmez ve zafer peşinde değildir. 'Hiç bir şey yapmama'yı uygulamaya koymak, çiftçinin başarmaya gayret etmesi gereken tek şeydir. Tarımın nihaî hedefi mahsûl yetiştirmek değil, insanların geliştirilmeleri ve kusursuzlaştırılmalarıdır.
İnsan, arzularının ve bitmek bilmeyen isteklerinin altında ezilmekten hiç mi hiç kaçınmıyor. Kutsal bir zanaat olan çiftçiliği köleliğe dönüştürmekten de hiç çekinmiyor. Ancak 21. yüzyılın bu zamanında her şey öylesine aşikâr ki, çevremize, hatta önümüzdeki tabağımıza gelen yiyeceklere dahi bakmak şu anda nasıl bir çıkmazın içerisinde olduğumuzun kanıtı.
Farkında olamadığımız ve hakkında kendimizi kandırdığımız bir gerçeklik var, ve Fukuoka kitabında buna değiniyor:
Biz doğayı bilemeyiz. İnsan hiçbir şey değil; mükemmel şekilde devinen doğanın içerisinde hiçbir şey değiliz ve buna olan öfkemizle adeta yıkıp döküyoruz etrafımızdaki her şeyi. Biz sadece doğayla “birlikte” var olabiliriz. O'ndan farklı Ya da O'nun dışında değiliz. O'nu kurtaramayız ya da O'na zarar veremeyiz. Kurtarmaya çalıştığımız yine kendimiziz ve zarar verdiğimiz şey de yine biziz. “Bilim” adını verdiğimiz araştırmalar silsilesi bize yalnızca insan bilgisinin ne kadar sınırlı olduğunu” gösteriyor ve biz bunu yadsımak bir kenara dursun, daha farkına bile varamıyoruz.
Açgözlülük hepimizi kör etmiş durumda, yediklerimizin besin değerleri olması gerekenin çok çok altında, ve biz bu yapay besinlere pek çok katkı maddesi ekleyerek onları “tatlandırmaya” çalışıyoruz. “Gerçekten neye ihtiyacımız var?” Belki de sormamız gereken başlıca soru bu. Kışın domates ya da hıyar yemeye gerçekten ihtiyacım var mı? Ya da dünyanın diğer ucundan getirilmiş tropikal bir meyveye. Fukuoka şöyle demiş:
Araştırmacılar, araştırmacı olmadan önce filozof olmalılar. İnsanın amacının ne olduğunu, insanlığın ne yaratması gerektiğini değerlendirmeliler. Doktorlar ilk önce insanların yaşamak için temelde neye bağlı olduklarını açığa çıkarmalılar.
Bu durum maalesef sadece besinlerle de ilgili değil, bu sürekli isteme hâli barınak ve giyim gibi alanlarda da karşımıza çıkıyor. İnsanoğlu tüm bu kargaşa ve mutsuzluktan kurtulmak istiyorsa tüm hayatını doğayla bir bütün oluşturarak devam ettirmeli.
Bizler için en yararlı besinler, doğduğumuz ya da yaşadığımız topraklardan gelenlerdir. Burada bir ahenk vardır; bir kimya, ilâhî bir rezonans vardır. İnsanoğlu bunu “modernleşme/uygarlaşma” nâmına unuttu ve bir kenara attı. Şimdiyse kıtlık ve savaşlarla uğraşıyor. Doğada savaş yoktur; orada tam bir bütünlük ve tam bir denge vuk'u bulur. Maddî çıkarlara dayanan bir dünya yaratılmış durumda ve bu tüm insanlığın sonunu hazırlıyor. Her şey kapitalist sistemin uşaklığını yapıyor.
Üstâd'ın bahsettiği, ve 'İşte bu!' dediğim başka bir konu da, benim de yaşamımda özen göstererek tercih ettiğim organik tarım ürünleri:
“... Oorganik tarım bile sadece bilimsel tarımın başka bir çeşididir.” diyor. Ve burada üzerinde durulması gereken, bu “doğal ürün” denilen sektörün piyasadaki “yapay ürün”lerden çok daha pahalı olması. Tam tersi olması gerekirken, işin içerisine başka hesapların karıştırılmasını benim de aklım almıyor. Doğal ürünler Hiçbir ilaç nevî bir şeye gereksinim duymamalı ve çok az bakım gerektirmeli. Bakın Fukuoka bu konuda ne diyor:
“Eğer doğal gıda için yüksek bir fiyat talep ediliyorsa, bu tüccarın fazladan kâr sağladığını gösterir. Bundan da ötesi, eğer doğal gıda pahalı olursa, lüks yiyecek hâline gelir ve yalnızca zenginler tarafından tüketilebilir.”
'Modern' tarımın getirisi, doğal olmayan ürünler bizi tatmin edebilir, ancak bizi hasta eder. Bu ürünler nitrojen, fosfor ve potasyum yığınından başka bir şey değiller ve etler ise kimyasal madde ve hormon depoları. Bedenlerimiz bu gıdalara bağımlı hâle geldi ve bizler ise daima bu besinleri talep ediyoruz. Ancak bu gıdalar, vücudumuz için gerekli besini temin edemiyor ve biz de takviye vitamin ve ilaçlara mahkûm oluyoruz: Alın size başka bir sektör daha!
Doğal Tarımın Dört İlkesi
Masanobu Fukuoka, Doğal Tarım'ı dört ilke ile sunuyor:
1. İlke: Toprağı İşlememek
Toprağın sürülmesi, bitki köklerinin yayılması ve mikroorganizmaların, küçük hayvanların ve yer solucanlarının aktiviteleri gibi doğal yollardan, kendi kendine olur.
2. İlke: Kimyasal Gübre/Hazırlanmış Kompost Kullanmamak
İnsanlar doğanın işine karışınca, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, açılan yaraları kapatamazlar.
3. İlke: Yabani otları temizlememek
Yabani otlar, toprak verimliliğini oluşturur ve dengeyi sağlarlar.
4. İlke: Kimyasallara bağlı kalmamak
Toprağı sürmek ve sunî gübre kullanmak hastalıklara neden olur; toprak her yıl bakım ister. Doğa kendi haline bırakılırsa verim artar.
Bu yaklaşım, şu anda tüm dünyada uygulanmakta olan konvansiyonel* tarımın karşısında durarak, asıl olması gereken yöntemin “hiç bir şey yapmama” olduğunu savunuyor. Kendi çiftliğinde onlarca yıl yetiştirdiği yarı-yabanî sebzeler, narenciyeler, kış tahılı ve pirincin Japon yetkilileri şaşırtacak düzeydeki verimiyle Msanobu Fukuoka, doğal tarımın insanoğlu için en uygun yöntem olduğunu yaşamı el verdiğince anlatmaya çalışmış.
Doğada yaşam ve ölüm var, ve doğa neşe dolu. İnsan toplumunda yaşam ve ölüm var, ve insan üzüntü içinde yaşıyor.
Sanırım Üstâd bu cümlelerle özetliyor farkı. Kutsal bir anlayış ile toprağa dokunmak ve doğa ile birlikteliği kutlamak, yaşamlarımızı taçlandıracak olan yegâne görev olmalı bizler için.
“Tarım eskiden kutsal bir işti,” diyor Fukuoka, ve çok haklı. Günümüzün doymak bilmez ve kibirli toplumu, bırakın toprağın nimetini anlamayı, yanından geçtiği ağacı dahi önemsemeksizin beton yığınları dikmeyi kendine görev edinmiş durumda. Her ne kadar son yıllarda “doğaya dönüş” ve kirlenme karşıtı eylemler çoğalmış olsa da, bu girişimler çoğu zaman birer oyundan öteye gidemiyor, ve bir çözüm de getiremiyor.
Peki nasıl başlamalı?
“Eğer çiftçiler, zayıf ve 'geliştirilmiş' tohum cinslerini kullanmayı bırakırlarsa, toprağı aşırı miktarda nitrojenle takviye etmeyi durdururlarsa, ve güçlü köklerin gelişebilmesi için sulama suyunu azaltırlarsa, hastalıklar ortadan kalkar ve kimyasal püskürtmeye gerek kalmaz.”
Ve böylesine bir eyleme başlamak için bir “ekin sapı” kâfidir.
Kitap tavsiyesi:
Fukuoka, M. (2011).
Doğal Tarımın Yolu: Felsefesi ve Uygulaması. İstanbul: Kaos Yayınları.
Fukuoka, M. (2006).
Ekin Sapı Devrimi: Doğal Tarıma ve Doğal Hayata Giriş. İstanbul: Kaos Yayınları.
INDIGO© 2005-2011 |
http://indigodergisi.com