Muz cumhuriyeti

20 Mart 2008
141.553
213.037
1.423
60
Dokuz kişiydiler. Biri ekip lideriydi. Biri askeri tabip. İkisi pilot, biri uçak teknisyeni. Diğer dördü silahlı-silahsız saldırı uzmanıydı. Etimesgut askeri havaalanında buluştular. Ekip lideri “arkadaşlar” dedi, “ailelerinize telefon edin, bir süre görüşemeyeceğinizi söyleyin, Tanrı yardımcımız olsun.”

*

Özel uçağa bindiler. Antalya’ya gittiler. Karpuzkaldıran askeri tesislerine yerleştiler. Uçağın kuyruğundaki Türk Bayrağı ve kimliğini gösteren işaretler kapatıldı. Üç gün sonra, vakit tamam… Tekrar havalandılar.

*

Ekip lideri pasaportları dağıttı. Fotoğraflar gerçek, geriye kalan tüm bilgiler sahteydi. İşadamı kimliğinde görünüyorlardı. İyi de, hangi ülkeye gidiyorlar, neyin ticaretini yapıyorlar? Ekip lideri hariç, hiçbiri bilmiyordu. Sadece “Afrika’ya gittikleri” söylenmişti. Kendi aralarında şakalaşıyorlardı, “muz cumhuriyetinden geldiğimize göre, herhalde muz tüccarıyız” diyorlardı!

*

Altı saat uçtular, piste tekerlek koydular. Terminal binasında “welcome to Entebbe international airport” yazısını gördüler. Uganda’daydılar. Tee 23 sene evvel Filistinli korsanlar tarafından kaçırılan ve İsrail komandoları tarafından basılan Air France uçağının enkazı hala oradaydı.

*

Başkent Kampala’da The Windsor Lake Victoria Hotel’e yerleştiler. Beklediler. Dört gün sonra… Ekip lideri odaları tek tek aradı, lobide buluştular. O ana kadar gizlenen görevi açıkladı: “Kenya’ya gidiyoruz, bebek katilini alacağız!”

*

Entebbe’ye geldiler, tam pasaport kontrolüne girerken, bi telefon… Görev ertelendi. Otele geri döndüler. Sabrın sınırlarını zorlayan bekleyiş başladı. Artık ne yapacaklarını biliyorlardı ama, bu sefer de saatler geçmek bilmiyordu. Ya görev iptal edilirse? Ya bu kadar yakınken elleri boş dönerlerse?

*

Üç gün, üç sene gibi geçti. Nihayet beklenen an geldi. Bindiler, Nairobi Jomo Kenyatta Havalimanı’na indiler. Uçakta bekleyeceklerdi. Paket, kendi ayağıyla gelecekti. Pilot kuleye bilgi verdi: “İki saat sonra havalanacağız, rota Hollanda.”

*

Ekibin Hollandalı’ya benzeyen sarışın mavi gözlü elemanı merdiven başına çıktı. Pilot, sağ motoru çalıştırdı. Üç otomobillik konvoy, aprona hışımla daldı, uçağın yanında zınk diye durdu. Hollanda’ya gidiyorum zanneden paket, indi. Hollandalı (!) gülümseyerek başıyla selamladı. Paket koşar adım merdivenleri tırmanırken, sol ve kuyruk motorları çalıştırıldı, kapı kapandı.

*

“Abdullah Öcalan, memlekete hoşgeldin!”

*

Paket’i Bandırma’da teslim ettiler, tekrar havalandılar, başladıkları yere, Etimesgut’a indiler. MİT müsteşarı hangarda bekliyordu, tek tek kucakladı, duygusal bir konuşma yaptı. Çankaya Köşkü’ne götürdü. Cumhurbaşkanı Demirel, kahramanları Pembe
Köşk’te, Atatürk’ün makam odasında karşıladı.

*

“Sizlerle hatıra fotoğrafı çektiremiyorum. Çok gizli bir görevi başarıyla ifa ettiniz. Şartlar, bundan sonra da gizliliğin korunmasını gerektiriyor. Sizleri bir fotoğraf karesinde buluşturmanın sakıncalı olduğunu düşünüyorum” dedi.

*

Birer kol saati hediye etti.

*

Saatlerin arkasında “TC Cumhurbaşkanı, 18.2.1999” yazıyordu.

*

Bu zorunlu gizlilik, tırışkadan efsaneler, köfteden kahramanlar yarattı. Sadece dokuz kişiydiler ama, neredeyse dokuz bin kişi o uçakta bulunduğunu ima etti.

*

Halbuki kanıt belliydi.
O saatler kimdeyse, uçakta onlar vardı.

*

Ve, o saatlerden birinin sahibi rahmetli oldu.
Gazetelerde haber yapıldığı için, artık yazabiliriz…
“Abdullah Öcalan, memlekete hoşgeldin” diyen ekip lideri, bordo bereli albay Abdullah Soyluoğlu’ydu.

*

TSK’dan MİT’e geçmişti. Kıbrıs’tan güneydoğu’ya sayısız kozmik görevde bulunmuş, hiçbirini şahsi ikbali için kullanmamış, sıradışı hayatına rağmen sıradan kalmayı başarmış bir vatan evladıydı. İki tane mantar tabancası patlatanlar bile 22 tane kitap yazarken… Gerçek “efsane albay”ın adını, rahmetli oluncaya kadar duyan olmadı.

*

Karakterini özetleyebilmek için tek örnek vereyim… Hastalandı. Öğretmen eşi ve iki kızı, tembihliydi. Asla kimseden iltimas istemeyeceklerdi. Herhangi bir emekli vatandaş gibi, devlet hastanesine gittiler. Vaziyet kötüydü, akciğerde, beyinde tümör… İlerlemişti, derhal ameliyat gerekiyordu, yoğun bakımda yer yoktu. Madem subaysınız, Haydarpaşa Gata’ya gidin dediler, gönderdiler.

*

Gata’ya geldiler, yoğun bakımda yer yoktu!

*

Cumhuriyet tarihinin en önemli görevlerinden birini gerçekleştirmiş olan efsane albay, acil serviste, bir sedyede yatıyordu. Eşi, kızı çaresizce başında bekliyordu.

*

Hani devamlı sallarız ya, “vatan sana minnettar” filan… İşte buydu.

*

Neyse ki, Gata komutanı tesadüfen acil servise geldi, tesadüfen gördü, yoğun bakımda yer yaratıldı. Ama maalesef, ameliyat edilemeden vefat etti. Çünkü, ailesine bile yük olmak istememişti, hastalığının nereye varacağını biliyordu, üzülmesinler diye son dakikaya kadar ailesine bile söylememişti. Kasım ayında, baba ocağında, Konya Seydişehir’in Gökhüyük köyünde toprağa verildi.

*

Ondan geriye bir büyük onur mirası, bir de madalya gibi kol saati kaldı.

*

Ve bugün, Öcalan’la pazarlığa oturan MİT’in haline bakınca, bakanların koluna takılan saatlere bakınca… Diyorum ki, hakikaten “kahin” gibi adamlarmış.

*

“Muz cumhuriyetinden geliyoruz” derken, aslında ne kadar da haklılarmış
http://sozcu.com.tr/2015/yazarlar/yilmaz-ozdil/muz-cumhuriyeti-713751/
 
Yılmaz Özdil yine döktürmüş ama bazı çelişkiler var.

TSK’dan emekli olan bir subayın önce devlet hastanesine gittiğini hiç ama hiç görmedim. Hatta bu insan özel görevlerde olduğu için ayrıcalıklarının birkaç tık yukarıda olduğunu düşünürken önce devlet hastanesine sonra da GATA acil serviste bir sedye üzerinde beklemesi..

Sonra kanser o kadar yayılana kadar hiç mi gitmemiş hastaneye? GATA’ya değil herhangi bir devlet hastanesine gitseydi yine bakarlardı. Şimdi yazısının temasını çözemedim doğal olaraktan.

Ben de TSK’ni çok iyi tanıyorum ama şu kademede bir albayın şu duruma düşmesi biraz tuhaf.
 

Belki kimliğinin belli olmaması adına GATA'ya gitmemiş olabilir,sonuçta bu görevde olanların gizlilik durumları vardır.
Keşke direk GATA'ya gitseydi,tahminim ailesinede söylememiş saklamış hepsinden.
Gitmiş hastaneye,son evreye gelmiş rahatsızlığı..
 

Zaten kimliklerinde MIT’ten olduğu falan yazmıyor ki yani herkes onları normal albay sanıyor. Bir de demiş ya “kimseye minnet etmeyin” diye. Nedense bana çok fazla saçma geldi.

Hastalık son evresine gelene kadar da gitmeyip, son gittiği gün ölmesi de son derece tuhaf. Kahraman+kahraman olmuş gibi. Ama hastaneye gitmemesi bence onu kahraman falan yapmaz.
 

Hangi psikolojik ruh halindeydi acaba,onuda bilemeyiz tabiki..
Belkide kedşnce sebebleri vardı gitmemek adına.
 
eskiden bu pisliğe terörist ele başı derdik şimdi abdullah öcalan diye hitap ediyoruz,utanıyorum..

ama bu asker gibi onurlu,gururlu hiçbir şeye minnet etmeyen insanlar bize inandırıcı gelmesiler de varlar galia,galiba diyorum çünkü inanamıyorum.

ve yılmaz özdil,bekir coşkun gibi yazarlar da susturulana kadar yazmaya devam ederler İnşallah.
 

Bencede vardır böyle kişiler,ruh halini bilmek lazım bu kişinin..
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…