- 16 Ağustos 2010
- 293.185
- 603.215
- 43
Korikos sahil kalesinin 200 m. açığındaki küçük adacık üzerindeki kaleye Kızkalesi denir. Büyük bölümü ayakta olan Kızkalesinin kuzey ve güney uçları sekiz kuleyle korunmuştur. Kalenin dış çevre uzunluğu 192 m.dir. Kızkalesi ile sahildeki kale denizden bir yolla bağlanmış, denizden gelecek saldırılara karşı önlem alınmıştı.Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından 1448 yılında onarılan Kızkalesi bugün İçel turizminin sembolü haline gelmiştir.
Kızkalesi Efsanesi
Korikosta yaşayan Krallardan biri, bir kız çocuğu olsun diye gece gündüz Tanrıya yakarmaktadır. Sonunda dileği yerine gelir ve kız büyüdükçe güzelliği ve yardımseverliği ile herkesin sevgisini kazanır.
Günlerden bir gün kente bir falcı gelir. Kral onu saraya çağırtır, kızının geleceğini öğrenmek ister. Falcı prensesin eline bakınca irkilir ama bir şey söylemez. Kral zorlayınca Kralım der, Kızınızı bir yılan sokacak. Bu yazgıyı hiçbir şey bozamıyacak der ve siz dahi engel olamıyacaksınız deyip oradan ayrılır. Kral, kıza birşey söylemez ama düşüncelere dalar. Sonunda kıyıya yakın üçük bir adacık üzerinde, ak taşlardan bir kale yaptırmaya karar vererek kaliyi yaptırır ve kızını buraya kapatır. Olan biteni bilmediğinden kızı üzülmekte, günden güne eriyip gitmektedir. Günün birinde saraydan kaleye gönderilen bir üzüm sepetinin içinden çıkan bir yılan kızı sokar ve öldürür.
Kına Gecesi ve Kına Yakma
Köy düğünlerinin kına gecesi, düğünün bütün şenlik ağırlığını toplar. O gece oğlan evi kız evinin misafiridir. Şenlik iki tarafın katılmasıyla genişlik kazanır. Talaşın büyüğü ise kız evindedir. Zira kız evi mutlulukla kız çıkarmanın üzüntüsünü birlikte yaşar. Kıza kına yakılırken kız evindeki bu duygu çelişkisi doruğa ulaşır. Kıza kına yakılması, daha doğrusu kınaya rıza göstermesi bu evliliğe de rıza göstermesi anlamına gelir. Yani eline kına yakılan kız artık anası evinde bir gecelik misafirdir.
Kına yakılırken söylenen türküler, maniler, yakımlar, kız ile anasında yukarıda bahsettiğimiz duygu çelişkisini açığa çıkarır. Bir yandan eğlenilir, bir yandan ağlanır. Bazı yörelerin kına türküleri adeta gelinle annesini ve kardeşlerini ağlatmak için düzenlenmiştir. Bazı yörelerde bunlar kınayı kutlar, geline nasitatler verir. Taşeli yöresinde ise özellikle ana ve babalara yönelik gençlerin sevdikleriyle evlendirilmeleri yolunda mesajlar verilir kına türkülerinde. Kına yakma deyimi de buradan kaynaklanır. Yakma deyimi, türkü yakma, ağıt yakma gibi anlam ifade eder. Çünkü bütün kına türküleri, yakımcı kadınlar tarafından üretilip uygulanır.
Yüzyıllar boyu yakımcı kadınlar tarafından yakılagelmiş yakımlar arasından elde kalanlar, bölgesel olaylarla bütünleşip bir hikayeyle bütünleşebilmiş olanlardır. Bu yakım geleneği hâlâ sürer. Kına yakılırken yakımcılar, yeteneği varsa kendi ürettiği irticali manileri, yoksa bildiği bir başka maniyi hemen orada ezgiyle söyler. Bu olay Taşeli yöresinde gelin okşaması adını alır. Burada kaynaklanarak kına türküsünün çalgıcılar eşliğinde kız evinin önünde çalınması da aynı isimle tanımlanır.
Düğün töreninin nasıl bir mantık ve şuurla düzenlendiğini belirtmek bakımından kına türküsüne konu olan olayı özetle vermek istiyorum.
Hikayeye göre köyün en güzel kızlarından birisi ile yakışıklı delikanlısı birbirlerini sever. Ancak oğlanın büyük kardeşi askerliğini bitirmiş, ailesi kendini evlendirme hazırlığı içindedir. Geleneğe göre büyük kardeş evleninceye kadar küçüğünün evlenme isteğinde bulunması mümkün değildir. Bu sebeple iki gencin arasındaki sevgi yine ikisi arasında sır olarak saklanır, kimselere bir şey söylenmez, hatta sezdirilmez. Ancak bu arada talihsiz ve korkunç bir gerçek ortaya çıkar. Delikanlının sevdiği kızı ağabeyine verirler.
Olay iki genç için bir kördüğüm olur. Çözüm bulamazlar. Tek çözüm, bir ömür boyu delikanlının sevdiğini yenge, kızın sevdiğini kayınbirader gibi görmenin ızdırabını yaşamaktansa birlikte ölmektir. Kararı kına gecesi verirler ve uygularlar. Kına için gelini hazırlamak üzere odaya girenler iki gencin birbirine sarılmış cesedi ile karşılaşırlar. Analar ve babalar ağlarken yakımcı kadınlardan halen bu yörelerde söylenip çalınagelmekte olan geli okşamasını yakarlar. Bu okşamanın iki dörtlüğü şöyledir:
Çattılar ocak taşını
Vurdular düğün aşını
Çağrın gelsin gardaşını
Yaksın kızın kınasını
Evlerinin önü kavak
Kavaktan dökülür yaprak
Elin kına başın duvak
Uyan allı gelin uyan
HALK OYUNLARI
Mengi
Defne kokulu Toros sırtlarından portakal tüten Mersin bahçelerine kadar uzanan topraklarda allı pullu şalvarlarla nazlı nazlı oynanır... Bu oyunlarda, erkeğin âhenkli hareketi, kadının tatlı salınışı peşindedir. Oyunun biraz yavaşlığında güneşin sıcaklığının etkisi büyüktür. Tempo ağır olsa da, hareketlerin ılık kıvraklığı yeter...
Adana, Mersin ve Tarsus bölgelerinde karakterce bir kalan belli başlı iki oyun vardır: Mengi (Toros Mengisi) ile Adana Üç Ayak Halayı. İkisi de davul - zurnayla yürütülür. Mengi'yi 4 kadın, 4 erkek, Üç Ayak Halayı'nı da 3 kadın, 3 erkek oynarlar. Kadınlı - erkekli karma oyunlarında ayrı bir çekicilik vardır. (Birliktelik çevrenin nezihliğine bağlıdır).
Mengi aşk oyunudur. Türküsü şudur:
Pınar başı ben olayım
Bulanırsam bulanayım
Sevdiğimi verin bana
Dilenirsem dileneyim.
Kazan kaynar taşmaz mı?
Yol gedikten aşmaz mı?
Ağlamayın sevdiğim
Ayrılan kavuşmaz mı?
İçel Yöresi Halk Oyunları
İçel yöresinde oyunlar, Silifke yöresi ve Çukurova yöresi olarak iki bölümde incelenir.
1 - Silifke Yöresi Oyunları
2 - Silifke, Mut, Anamur ve Gülnar ilçelerinde oynanır ve kendi aralarında ikiye ayrılır.
Silifke Oyunları : Hareketlerindeki kıvraklık, müziğindeki canlılık nedeniyle görsel, işitsel ve duygusal özellik taşır. İlçelere göre oyuncuların giysileri, müziğin sözleri değişiklik gösterir. Çalgı olarak davul, keman, klarnet kullanılmaktadır. Önemli oyunlar; Silifke zeybeği, portakal zeybeği, yayla yolları, keklik, Silifke'nin yoğurdu, Anamur yolları, tanışman, kullar olam, çay zeybeği, tıbıllı, sallamadır. Bu oyunlar genellikle kaşık kullanılarak dört erkek, dört kızla oynanır.
Kırtıl Köyü (Tahtacı Oyunları) : Daha çok Silifke'nin Kırtıl köyünde oynandığı için bu ad verilmiştir. Her ilçede Tahtacılar tarafından çalınıp oynanır. Hareketleri ve müziği ilçelere göre değişiklik gösterir. En önemlileri mengi, samalı, keklik mengesidir.
Çukurova Yöresi Oyunları : Bölgesel olmayan bu oyunlar, diğer illerin folkloruyla yakından ilgilidir. Çevrede oynanan halaylar, horlar ve halebi oyunları bu bölümün içine girer. İlde en çok Mersin, Tarsus, Erdemli'de oynanır. Belirgin bir kıyafet düzeni yoktur. Çiçekdağı, şirvani, korki, acem (gelin alma), üçayak, Toros halayı, Tarsus halayı Çukurova yöresi oyunlarının çeşitlerindendir. Bu oyunlar davul zurna eşliğinde oynanır.
YÖRESEL GİYİM
Yörenin giyim kuşamında, öteden beri değişik etkiler görülmüştür. Ekonomik durumdan, etnik ayrılıklardan, doğa koşullarından kaynaklananlar bunların başında gelir. Yörüklerin önemli bir bölümü yerleşik yaşama geçmişse de; yaşamın her alanında ve giyim kuşamda geleneksel özelliklerini büyük ölçüde korumaktadırlar.
İçel'in köylerinde kadınlar, özellikle yaz mevsiminde şalvar ve üzerine uzun kollu yakasız renkli bulûz giyerler. Başlarına da tülbent denilen beyaz örtü veya renkli boncuklarla işlenmiş yağlık bağlarlar. Erkekler ise ceket ve kasket kullanırlar. Kışın yaşlı kadın ve erkekler boyunlarına çalma denilen geniş ve uzun boyunbağı bağlarlar.
Yörük kadınları üç etek adı verilen elbiseler giyerler. Altına da göz alıcı renklerden yapılmış şalvar çekerler, bulûz yerine ceket kullanırlar. Başlarına renkli poşu bağlarlar. Yörük giysilerinin hemen tümü dokumalardan yapılmaktadır. Yazlık giysiler ince ve boyanmamış ipliklerden dokunur. Kışlıklar dokunduktan sonra sıklaşması için suda çiğnenir. Buna depme denir. Sonra karaya boyanır. Giysiler parçalar katlanarak değil de, üst üste getirilerek dikilir. Kadın başlıklarında kalın dokuma poşular egemendir. Kimileri poşunun altına, alnı kapatacak biçimde, kimileri de üstüne yağlık bağlarlar. Ak, mavi ya da sarı, uzunlamasına çizgili gömlek giyilir. Yaz mevsiminde erkekler pantolon veya şalvar üzerine gömlek giyerler. Dağ köylerinde bu gömlekler üzerine yün kazaklar giyilir. Buralarda el dokumacılığı gelişmiştir. Pamuklu düz ve çizgili bezleri dokuyup, kendilerine giysi dikerler. Ayakkabı olarak çarık ve yemeni giyilmez olmuştur. Kentleşme hareketi modern kıyafetin en uzak köylere kadar girmesini kolaylaştırmıştır. Günümüzde erkeklerin pantolon, ceket giymeleri, başı açık bulunmaları bölgenin alışılmış kıyafeti olmuştu. Kadınlar şalvar yerine entari, ceket yerine manto kullanmaya başlamışlardır.
YÖRESEL YEMEKLER
Mersinin geç gelişmesinin nedenlerinden biri olan, halkın deniz kıyısı yerine dağ tarafında yerleşmiş olmasının etkileri, şehrin yemek kültürüne de yansımıştır. Bugün bir kıyı kenti olmasına rağmen, Mersin'de deniz ürünleri tüketimi, et tüketiminden çok daha azdır. Bu noktada şehre özgü bir yemekten, tantuniden bahsetmemek olmaz. Tantuni, etin kuşbaşı halinde doğrandıktan sonra, önce haşlanıp sonra kavrulmasıyla yapılan bir çeşit dürümdür. Her ne kadar basit tarifli bir yemek gibi görünse de, önemini, şehrin hemen her köşesinde bulunan tantuni lokantalarından anlayabilirsiniz. Canınız tatlı çekerse, Antakyada yapılandan farklı bir tarifle hazırlanan künefeyi önerebiliriz. Ayrıca topalak çorbası, fıhdık lahmacun, saç kavurma da meşhur yemeklerindendir. Meşhur tatlıları ise cezeyre ve kerebicidir. Şalgam içmeden Mersin'den çıkılmaz.
Neleri İle Ünlüdür?
Silifke'de Kız Kalesi, Cennet ve Cehennem Obrukları, Silifke Yoğurdu, Astım Mağarası, Anamur Muzu, Turunçgil ve Seracılık Üretimi, Göksu Nehri, Sertavul Geçidi, Tarsus Şelalesi, Çamlıyayla (Namrun), Tarsus'ta St. Paul Kuyusu, Eshab-ı Kefh, Kırkaşık Bedesteni, Makam Camii, Adam Kayaları, Cleopatra Geçidi
İl Adı Nereden Geliyor?
Evliya Çelebi'nin, 1670'Ii yılların sonlarında bölgemizden geçtiğini biliyoruz. Bu geziye ait notlar, seyyahatnamesinde yer almıştır. Seyyahatnamenin bölgemizle ilgili bölümünde aynen şöyle denilmektedir. "Kırk elli evli Hacı Alaittin Oğlu Köyünü geçerek, Gerendir nehrinden sonra MERSİN oğlu denilen 70 haneli bir Türkmen Köyü'nde misafir olduk"(1) Bu ifade Mersinimizin adını bu aşiretten aldığı görüşünü gündeme getirmiştir.
İçel tarihi üzerinde değerli ve yararlı araştırmaları ve bu konuda yayınlanmış eserleri bulunan Sait Uğur merhum da, bu beyana dayanarak Mersin'in ismi üzerinde şu kanaate varmıştır.Sait Uğur kitabında (2) şöyle diyor."Mersin'e Mersin denilmesinin sebebi şimdiki Mersin Şehrinin yakınlarında eskiden MERSİNLİ adında bir aşiret varmış. Bu aşiret Türkistandan gelen aşiretlerdenmiş. MERSİN adı ile Anadolu'da daha yedi, sekiz tane köy vardır ki, MERSİN adı bu Mersin adındaki Türk Oymağının adına göre konmuştur. Yoksa Mersin'deki Mersin ağacından dolayı buranın adı MERSİN konmuş değildir."
Sait Uğur bu kanaatinin kanıtı olarak da;Trabzon, Aydın, Çanakkale, Salihli, Tire gibi yerlerde Mersin gibi bölgeler bulunduğu halde, buralarda Mersin nebatının bulunmadığını göstermektedir. Mersin adının nereden geldiği ***** konusu olduğunda, bu tanımlamaya itibar ediliyordu. Biz de kitabımızda bu görüşe yer vermiştik.
Ancak şimdi edindiğimiz bilgi ve bulgular Mersin'in adının nereden geldiğine dair kesin kanaat sahibi olmamıza neden oldu. Artık Mersin Nebatı Murt'un Mersin'den başka yerlerde de yetişmiş olduğunu öğrendik. Bugün oralarda yok, fakat eskiden var olduğu belgelenmiş durumda. Bodrum'da Karya Prensesi Ada'nın mezarında bulunan mücevherler arasında Mersin dalı şekilli bir taç olduğu görülmüştür. Demek prensesin yaşadığı tarihte Bodrum da murt yetişiyormuş.
Mersin nebatı, İspanya'daki bir yerde de MERSİN adını verdirmiş. Çok eskiden bir gazeteden kestiğim haber aynen şöyle; "Granada da Elhamra Sarayı'nın avlusunda etrafı Mersin ağaçları ile donanmış bir havuz vardır. Bu yüzden İslam Mimarisinden günümüze ulaşan bu tek bahçe örneğine MERSİNLİLER AVLUSU adı verilmiştir."
Bu konuda diğer önemli bir Belge de Heredot Tarihidir. Aslında tarihi eserler roman gibi okunmaz, ihtiyaç hissedildiğinde başvurulur. Fakat ben ilginç bulduğumdan bu eseri baştan sona okudum, Kitaptan aşağıdaki bilgiyi öğrenince Mersin adı üzerinde başka bir ihtimale yer verilmeyecek kesin bir kanıya sahip oldum.Kitapta anlatılanları aynen aktarıyorum.
Dariyus'ten sonra Pers Kralı olan Kserkses, Atinalilar'la Peleponez'deki komşularını yenerlerse, Pers imparatorluğunun sınırlarını tanrının göklerine kadar genişleteceği iddiası ile bir ordu hazırlamış ve Çanakkale önlerine gelmiş. Ancak Avrupa'ya geçmek için Çanakkale Boğazına bir köprü kurması gerekmiş. Çanakkale Boğazına köprü yapılması planlanmakta olduğu şu günlerde, Çanakkale Boğazı Köprüsü'nün büyük babası da böylece öğrenilmiş oluyor.Persler 674 Gemiyi yan yana dizmiş, keten ve papirüs halatları ile birbirine bağlamış ve köprüyü geçilir hale getirmişler.
Asıl konumuzla ilgili bölümde şöyle deniliyor."Köprüden geçmek için hazırlıklar bütün gün sürüp gitti. Ertesi günü güneşin doğmasını görmek isteği ile beklerken,köprüden güzel kokular yaktılar ve üstünü MERSİN ağaçlarının dalları ile süslediler. "(3)Heredot'un belirttiği olay Milattan önce 431 senelerinde olmak gerekir. Bugün oralarda izine rastlanmayan Mersin Nebatı, o günlerde uzun bir köprüyü donatacak kadar bol bulunabiliyormuş.
Bu bulgulardan şu sonuca varabiliriz.Sanıldığı gibi, MERSİN nebatı (Murt) yalnız Mersin'e has bir bitki değildir. Halen; Trabzon, Aydın, Çanakkale, İzmir, Tire, Salihli gibi yörelerde MERSİN isimli köyler var olup da, MERSİN nebatı görülmüyorsa, bu nebatın önceleri de buralarda olmadığı neticesine varamayız. Görülüyor ki, Karia Prensesi'nin mezarında MERSİN motifli mücevher bulunmuş. Çanakkale Boğaz köprüsü boydan boya MERSİN dalları ile süslenmiş. Demek ki milattan önce bu yörelerde MERSİN nebatı bolca mevcutmuş.
İspanya'nın Granada Şehrinde Elhamra Sarayı'nın avlusundaki MERSİN Avlusu ismini, Türkmen Aşireti'nden almış da değil Mersin adının nereden geldiği hususundaki diğer bütün ihtimalleri artık terk etmek durumundayız.
Konuyu bağlarken bir hususu önemle belirtmeyi gerekli gördüm. Bundan 50-60 yıl önceleri MERSİN nebatının meyvesini yemek için Osmaniye Mahallesine kadar gitmek yetiyordu. Şimdi Toros eteklerine gitmek gerekiyor, bu tahribatı önlemek şarttır. Yoksa diğer bölgelerdeki gibi, Mersin nebatının adın tarih kitaplarında aramak zorunda kalırız. Eskiden bu nebatın sadece meyvesi olan Murt yenirdi, şimdi dalları kesiliyor, hatta kökleniyor.Mersin'imize adını veren bu bitkiyi koruma altına almaları hususunda ilgililerin ilgisin bekliyoruz. (Şinasi DEVELİ'den alıntı yapılmıştır)...
ALINTIDIR...
Kızkalesi Efsanesi
Korikosta yaşayan Krallardan biri, bir kız çocuğu olsun diye gece gündüz Tanrıya yakarmaktadır. Sonunda dileği yerine gelir ve kız büyüdükçe güzelliği ve yardımseverliği ile herkesin sevgisini kazanır.
Günlerden bir gün kente bir falcı gelir. Kral onu saraya çağırtır, kızının geleceğini öğrenmek ister. Falcı prensesin eline bakınca irkilir ama bir şey söylemez. Kral zorlayınca Kralım der, Kızınızı bir yılan sokacak. Bu yazgıyı hiçbir şey bozamıyacak der ve siz dahi engel olamıyacaksınız deyip oradan ayrılır. Kral, kıza birşey söylemez ama düşüncelere dalar. Sonunda kıyıya yakın üçük bir adacık üzerinde, ak taşlardan bir kale yaptırmaya karar vererek kaliyi yaptırır ve kızını buraya kapatır. Olan biteni bilmediğinden kızı üzülmekte, günden güne eriyip gitmektedir. Günün birinde saraydan kaleye gönderilen bir üzüm sepetinin içinden çıkan bir yılan kızı sokar ve öldürür.
Kına Gecesi ve Kına Yakma
Köy düğünlerinin kına gecesi, düğünün bütün şenlik ağırlığını toplar. O gece oğlan evi kız evinin misafiridir. Şenlik iki tarafın katılmasıyla genişlik kazanır. Talaşın büyüğü ise kız evindedir. Zira kız evi mutlulukla kız çıkarmanın üzüntüsünü birlikte yaşar. Kıza kına yakılırken kız evindeki bu duygu çelişkisi doruğa ulaşır. Kıza kına yakılması, daha doğrusu kınaya rıza göstermesi bu evliliğe de rıza göstermesi anlamına gelir. Yani eline kına yakılan kız artık anası evinde bir gecelik misafirdir.
Kına yakılırken söylenen türküler, maniler, yakımlar, kız ile anasında yukarıda bahsettiğimiz duygu çelişkisini açığa çıkarır. Bir yandan eğlenilir, bir yandan ağlanır. Bazı yörelerin kına türküleri adeta gelinle annesini ve kardeşlerini ağlatmak için düzenlenmiştir. Bazı yörelerde bunlar kınayı kutlar, geline nasitatler verir. Taşeli yöresinde ise özellikle ana ve babalara yönelik gençlerin sevdikleriyle evlendirilmeleri yolunda mesajlar verilir kına türkülerinde. Kına yakma deyimi de buradan kaynaklanır. Yakma deyimi, türkü yakma, ağıt yakma gibi anlam ifade eder. Çünkü bütün kına türküleri, yakımcı kadınlar tarafından üretilip uygulanır.
Yüzyıllar boyu yakımcı kadınlar tarafından yakılagelmiş yakımlar arasından elde kalanlar, bölgesel olaylarla bütünleşip bir hikayeyle bütünleşebilmiş olanlardır. Bu yakım geleneği hâlâ sürer. Kına yakılırken yakımcılar, yeteneği varsa kendi ürettiği irticali manileri, yoksa bildiği bir başka maniyi hemen orada ezgiyle söyler. Bu olay Taşeli yöresinde gelin okşaması adını alır. Burada kaynaklanarak kına türküsünün çalgıcılar eşliğinde kız evinin önünde çalınması da aynı isimle tanımlanır.
Düğün töreninin nasıl bir mantık ve şuurla düzenlendiğini belirtmek bakımından kına türküsüne konu olan olayı özetle vermek istiyorum.
Hikayeye göre köyün en güzel kızlarından birisi ile yakışıklı delikanlısı birbirlerini sever. Ancak oğlanın büyük kardeşi askerliğini bitirmiş, ailesi kendini evlendirme hazırlığı içindedir. Geleneğe göre büyük kardeş evleninceye kadar küçüğünün evlenme isteğinde bulunması mümkün değildir. Bu sebeple iki gencin arasındaki sevgi yine ikisi arasında sır olarak saklanır, kimselere bir şey söylenmez, hatta sezdirilmez. Ancak bu arada talihsiz ve korkunç bir gerçek ortaya çıkar. Delikanlının sevdiği kızı ağabeyine verirler.
Olay iki genç için bir kördüğüm olur. Çözüm bulamazlar. Tek çözüm, bir ömür boyu delikanlının sevdiğini yenge, kızın sevdiğini kayınbirader gibi görmenin ızdırabını yaşamaktansa birlikte ölmektir. Kararı kına gecesi verirler ve uygularlar. Kına için gelini hazırlamak üzere odaya girenler iki gencin birbirine sarılmış cesedi ile karşılaşırlar. Analar ve babalar ağlarken yakımcı kadınlardan halen bu yörelerde söylenip çalınagelmekte olan geli okşamasını yakarlar. Bu okşamanın iki dörtlüğü şöyledir:
Çattılar ocak taşını
Vurdular düğün aşını
Çağrın gelsin gardaşını
Yaksın kızın kınasını
Evlerinin önü kavak
Kavaktan dökülür yaprak
Elin kına başın duvak
Uyan allı gelin uyan
HALK OYUNLARI
Mengi
Defne kokulu Toros sırtlarından portakal tüten Mersin bahçelerine kadar uzanan topraklarda allı pullu şalvarlarla nazlı nazlı oynanır... Bu oyunlarda, erkeğin âhenkli hareketi, kadının tatlı salınışı peşindedir. Oyunun biraz yavaşlığında güneşin sıcaklığının etkisi büyüktür. Tempo ağır olsa da, hareketlerin ılık kıvraklığı yeter...
Adana, Mersin ve Tarsus bölgelerinde karakterce bir kalan belli başlı iki oyun vardır: Mengi (Toros Mengisi) ile Adana Üç Ayak Halayı. İkisi de davul - zurnayla yürütülür. Mengi'yi 4 kadın, 4 erkek, Üç Ayak Halayı'nı da 3 kadın, 3 erkek oynarlar. Kadınlı - erkekli karma oyunlarında ayrı bir çekicilik vardır. (Birliktelik çevrenin nezihliğine bağlıdır).
Mengi aşk oyunudur. Türküsü şudur:
Pınar başı ben olayım
Bulanırsam bulanayım
Sevdiğimi verin bana
Dilenirsem dileneyim.
Kazan kaynar taşmaz mı?
Yol gedikten aşmaz mı?
Ağlamayın sevdiğim
Ayrılan kavuşmaz mı?
İçel Yöresi Halk Oyunları
İçel yöresinde oyunlar, Silifke yöresi ve Çukurova yöresi olarak iki bölümde incelenir.
1 - Silifke Yöresi Oyunları
2 - Silifke, Mut, Anamur ve Gülnar ilçelerinde oynanır ve kendi aralarında ikiye ayrılır.
Silifke Oyunları : Hareketlerindeki kıvraklık, müziğindeki canlılık nedeniyle görsel, işitsel ve duygusal özellik taşır. İlçelere göre oyuncuların giysileri, müziğin sözleri değişiklik gösterir. Çalgı olarak davul, keman, klarnet kullanılmaktadır. Önemli oyunlar; Silifke zeybeği, portakal zeybeği, yayla yolları, keklik, Silifke'nin yoğurdu, Anamur yolları, tanışman, kullar olam, çay zeybeği, tıbıllı, sallamadır. Bu oyunlar genellikle kaşık kullanılarak dört erkek, dört kızla oynanır.
Kırtıl Köyü (Tahtacı Oyunları) : Daha çok Silifke'nin Kırtıl köyünde oynandığı için bu ad verilmiştir. Her ilçede Tahtacılar tarafından çalınıp oynanır. Hareketleri ve müziği ilçelere göre değişiklik gösterir. En önemlileri mengi, samalı, keklik mengesidir.
Çukurova Yöresi Oyunları : Bölgesel olmayan bu oyunlar, diğer illerin folkloruyla yakından ilgilidir. Çevrede oynanan halaylar, horlar ve halebi oyunları bu bölümün içine girer. İlde en çok Mersin, Tarsus, Erdemli'de oynanır. Belirgin bir kıyafet düzeni yoktur. Çiçekdağı, şirvani, korki, acem (gelin alma), üçayak, Toros halayı, Tarsus halayı Çukurova yöresi oyunlarının çeşitlerindendir. Bu oyunlar davul zurna eşliğinde oynanır.
YÖRESEL GİYİM
Yörenin giyim kuşamında, öteden beri değişik etkiler görülmüştür. Ekonomik durumdan, etnik ayrılıklardan, doğa koşullarından kaynaklananlar bunların başında gelir. Yörüklerin önemli bir bölümü yerleşik yaşama geçmişse de; yaşamın her alanında ve giyim kuşamda geleneksel özelliklerini büyük ölçüde korumaktadırlar.
İçel'in köylerinde kadınlar, özellikle yaz mevsiminde şalvar ve üzerine uzun kollu yakasız renkli bulûz giyerler. Başlarına da tülbent denilen beyaz örtü veya renkli boncuklarla işlenmiş yağlık bağlarlar. Erkekler ise ceket ve kasket kullanırlar. Kışın yaşlı kadın ve erkekler boyunlarına çalma denilen geniş ve uzun boyunbağı bağlarlar.
Yörük kadınları üç etek adı verilen elbiseler giyerler. Altına da göz alıcı renklerden yapılmış şalvar çekerler, bulûz yerine ceket kullanırlar. Başlarına renkli poşu bağlarlar. Yörük giysilerinin hemen tümü dokumalardan yapılmaktadır. Yazlık giysiler ince ve boyanmamış ipliklerden dokunur. Kışlıklar dokunduktan sonra sıklaşması için suda çiğnenir. Buna depme denir. Sonra karaya boyanır. Giysiler parçalar katlanarak değil de, üst üste getirilerek dikilir. Kadın başlıklarında kalın dokuma poşular egemendir. Kimileri poşunun altına, alnı kapatacak biçimde, kimileri de üstüne yağlık bağlarlar. Ak, mavi ya da sarı, uzunlamasına çizgili gömlek giyilir. Yaz mevsiminde erkekler pantolon veya şalvar üzerine gömlek giyerler. Dağ köylerinde bu gömlekler üzerine yün kazaklar giyilir. Buralarda el dokumacılığı gelişmiştir. Pamuklu düz ve çizgili bezleri dokuyup, kendilerine giysi dikerler. Ayakkabı olarak çarık ve yemeni giyilmez olmuştur. Kentleşme hareketi modern kıyafetin en uzak köylere kadar girmesini kolaylaştırmıştır. Günümüzde erkeklerin pantolon, ceket giymeleri, başı açık bulunmaları bölgenin alışılmış kıyafeti olmuştu. Kadınlar şalvar yerine entari, ceket yerine manto kullanmaya başlamışlardır.
YÖRESEL YEMEKLER
Mersinin geç gelişmesinin nedenlerinden biri olan, halkın deniz kıyısı yerine dağ tarafında yerleşmiş olmasının etkileri, şehrin yemek kültürüne de yansımıştır. Bugün bir kıyı kenti olmasına rağmen, Mersin'de deniz ürünleri tüketimi, et tüketiminden çok daha azdır. Bu noktada şehre özgü bir yemekten, tantuniden bahsetmemek olmaz. Tantuni, etin kuşbaşı halinde doğrandıktan sonra, önce haşlanıp sonra kavrulmasıyla yapılan bir çeşit dürümdür. Her ne kadar basit tarifli bir yemek gibi görünse de, önemini, şehrin hemen her köşesinde bulunan tantuni lokantalarından anlayabilirsiniz. Canınız tatlı çekerse, Antakyada yapılandan farklı bir tarifle hazırlanan künefeyi önerebiliriz. Ayrıca topalak çorbası, fıhdık lahmacun, saç kavurma da meşhur yemeklerindendir. Meşhur tatlıları ise cezeyre ve kerebicidir. Şalgam içmeden Mersin'den çıkılmaz.
Neleri İle Ünlüdür?
Silifke'de Kız Kalesi, Cennet ve Cehennem Obrukları, Silifke Yoğurdu, Astım Mağarası, Anamur Muzu, Turunçgil ve Seracılık Üretimi, Göksu Nehri, Sertavul Geçidi, Tarsus Şelalesi, Çamlıyayla (Namrun), Tarsus'ta St. Paul Kuyusu, Eshab-ı Kefh, Kırkaşık Bedesteni, Makam Camii, Adam Kayaları, Cleopatra Geçidi
İl Adı Nereden Geliyor?
Evliya Çelebi'nin, 1670'Ii yılların sonlarında bölgemizden geçtiğini biliyoruz. Bu geziye ait notlar, seyyahatnamesinde yer almıştır. Seyyahatnamenin bölgemizle ilgili bölümünde aynen şöyle denilmektedir. "Kırk elli evli Hacı Alaittin Oğlu Köyünü geçerek, Gerendir nehrinden sonra MERSİN oğlu denilen 70 haneli bir Türkmen Köyü'nde misafir olduk"(1) Bu ifade Mersinimizin adını bu aşiretten aldığı görüşünü gündeme getirmiştir.
İçel tarihi üzerinde değerli ve yararlı araştırmaları ve bu konuda yayınlanmış eserleri bulunan Sait Uğur merhum da, bu beyana dayanarak Mersin'in ismi üzerinde şu kanaate varmıştır.Sait Uğur kitabında (2) şöyle diyor."Mersin'e Mersin denilmesinin sebebi şimdiki Mersin Şehrinin yakınlarında eskiden MERSİNLİ adında bir aşiret varmış. Bu aşiret Türkistandan gelen aşiretlerdenmiş. MERSİN adı ile Anadolu'da daha yedi, sekiz tane köy vardır ki, MERSİN adı bu Mersin adındaki Türk Oymağının adına göre konmuştur. Yoksa Mersin'deki Mersin ağacından dolayı buranın adı MERSİN konmuş değildir."
Sait Uğur bu kanaatinin kanıtı olarak da;Trabzon, Aydın, Çanakkale, Salihli, Tire gibi yerlerde Mersin gibi bölgeler bulunduğu halde, buralarda Mersin nebatının bulunmadığını göstermektedir. Mersin adının nereden geldiği ***** konusu olduğunda, bu tanımlamaya itibar ediliyordu. Biz de kitabımızda bu görüşe yer vermiştik.
Ancak şimdi edindiğimiz bilgi ve bulgular Mersin'in adının nereden geldiğine dair kesin kanaat sahibi olmamıza neden oldu. Artık Mersin Nebatı Murt'un Mersin'den başka yerlerde de yetişmiş olduğunu öğrendik. Bugün oralarda yok, fakat eskiden var olduğu belgelenmiş durumda. Bodrum'da Karya Prensesi Ada'nın mezarında bulunan mücevherler arasında Mersin dalı şekilli bir taç olduğu görülmüştür. Demek prensesin yaşadığı tarihte Bodrum da murt yetişiyormuş.
Mersin nebatı, İspanya'daki bir yerde de MERSİN adını verdirmiş. Çok eskiden bir gazeteden kestiğim haber aynen şöyle; "Granada da Elhamra Sarayı'nın avlusunda etrafı Mersin ağaçları ile donanmış bir havuz vardır. Bu yüzden İslam Mimarisinden günümüze ulaşan bu tek bahçe örneğine MERSİNLİLER AVLUSU adı verilmiştir."
Bu konuda diğer önemli bir Belge de Heredot Tarihidir. Aslında tarihi eserler roman gibi okunmaz, ihtiyaç hissedildiğinde başvurulur. Fakat ben ilginç bulduğumdan bu eseri baştan sona okudum, Kitaptan aşağıdaki bilgiyi öğrenince Mersin adı üzerinde başka bir ihtimale yer verilmeyecek kesin bir kanıya sahip oldum.Kitapta anlatılanları aynen aktarıyorum.
Dariyus'ten sonra Pers Kralı olan Kserkses, Atinalilar'la Peleponez'deki komşularını yenerlerse, Pers imparatorluğunun sınırlarını tanrının göklerine kadar genişleteceği iddiası ile bir ordu hazırlamış ve Çanakkale önlerine gelmiş. Ancak Avrupa'ya geçmek için Çanakkale Boğazına bir köprü kurması gerekmiş. Çanakkale Boğazına köprü yapılması planlanmakta olduğu şu günlerde, Çanakkale Boğazı Köprüsü'nün büyük babası da böylece öğrenilmiş oluyor.Persler 674 Gemiyi yan yana dizmiş, keten ve papirüs halatları ile birbirine bağlamış ve köprüyü geçilir hale getirmişler.
Asıl konumuzla ilgili bölümde şöyle deniliyor."Köprüden geçmek için hazırlıklar bütün gün sürüp gitti. Ertesi günü güneşin doğmasını görmek isteği ile beklerken,köprüden güzel kokular yaktılar ve üstünü MERSİN ağaçlarının dalları ile süslediler. "(3)Heredot'un belirttiği olay Milattan önce 431 senelerinde olmak gerekir. Bugün oralarda izine rastlanmayan Mersin Nebatı, o günlerde uzun bir köprüyü donatacak kadar bol bulunabiliyormuş.
Bu bulgulardan şu sonuca varabiliriz.Sanıldığı gibi, MERSİN nebatı (Murt) yalnız Mersin'e has bir bitki değildir. Halen; Trabzon, Aydın, Çanakkale, İzmir, Tire, Salihli gibi yörelerde MERSİN isimli köyler var olup da, MERSİN nebatı görülmüyorsa, bu nebatın önceleri de buralarda olmadığı neticesine varamayız. Görülüyor ki, Karia Prensesi'nin mezarında MERSİN motifli mücevher bulunmuş. Çanakkale Boğaz köprüsü boydan boya MERSİN dalları ile süslenmiş. Demek ki milattan önce bu yörelerde MERSİN nebatı bolca mevcutmuş.
İspanya'nın Granada Şehrinde Elhamra Sarayı'nın avlusundaki MERSİN Avlusu ismini, Türkmen Aşireti'nden almış da değil Mersin adının nereden geldiği hususundaki diğer bütün ihtimalleri artık terk etmek durumundayız.
Konuyu bağlarken bir hususu önemle belirtmeyi gerekli gördüm. Bundan 50-60 yıl önceleri MERSİN nebatının meyvesini yemek için Osmaniye Mahallesine kadar gitmek yetiyordu. Şimdi Toros eteklerine gitmek gerekiyor, bu tahribatı önlemek şarttır. Yoksa diğer bölgelerdeki gibi, Mersin nebatının adın tarih kitaplarında aramak zorunda kalırız. Eskiden bu nebatın sadece meyvesi olan Murt yenirdi, şimdi dalları kesiliyor, hatta kökleniyor.Mersin'imize adını veren bu bitkiyi koruma altına almaları hususunda ilgililerin ilgisin bekliyoruz. (Şinasi DEVELİ'den alıntı yapılmıştır)...
ALINTIDIR...