- 14 Temmuz 2006
- 700
- 8
Bİr Çanakkale Şehİdİnİn Son Mektubu
--------------------------------------------------------------------------------
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
İşte onun çobanından 10 paraya aldım.
Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
"Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!"
Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir'e mektup yazdım.
Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir.
Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.
Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun
saĞ Kolumu Kaybettİm Ama Sol Kolum Var"
--------------------------------------------------------------------------------
Seddülbahir ve Conkbayır'ın büyük kahramanlarından biride Bombacı Mehmet Çavuş 'tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu ,İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar,karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş 'un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş 'un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastahaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"Sağ kolumu kaybettim, zarar yok,sol kolum var. Onunla da pekala iş görebilirim. Beni müteessir eden ve yüne kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.
Hastahaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz ,affedeniz muhterem kumandanım.."
Ben Şehit miyim, hain miyim?.
1972 doğumluyum...
Şehidim, 1992''den beri....
Komando er olarak Diyarbakır''in Kulp ilçesinde görev yapıyordum.
Devriyeden dönüyorduk.
Ansızın üzerimize el bombaları fırlattılar; kurşun yağdırdılar. Karşılık verdik...
Teröristler kaçtılar...
Baktım ki teğmenim yaralanmış..
Gittim onu kucağıma aldım ve askeri cipe doğru götürmeye başladım.
Ansızın dünyam karardı...
Bir kurşun, kafamin sağından girip solundan çıktı...
Kucağımda teğmenim, yola devrildim...
Kanım toprağa yayıldı...
Ben ne suç işledim?
Ben Şükrü Eraslan...
Tokat'ın Reşadiye ilçesine bağlı Büsürüm Beldesi'ndenim...
Ailem ve akrabalarım düğün dernek ederek yolladılar beni askere...
Milletim ve vatanım için...
Diyarbakır'ın kırsalında bir suikast silahı ile beynimi parçaladılar...
Soruyorum şimdi size: Suçum neydi benim?
Soruyorum Başbakanıma, dışişleri bakanıma:
Ben şehit miyim, hain miyim?
Ben şehit isem beni vuranlar neci?
Millet de sorsun bunu …
Güneydoğu'da yolu kesilen, pusuya düşürülen, saldırıya uğrayan ve bu nedenle can veren askerler suçlu mudur?
Onlar, oralara gidip bu ülke uğruna canlarini vermekle hainlik mi etmişlerdir?
Sakın, bu nasıl soru demeyin...
Bakın iki günde beş arkadaşımı daha vurdular...
Vuranlar mı doğru vurulanlar mı?
Cevabını başbakanımız versin...
Çünkü, bizi hatırlayan yok...
Bütün övgüler, bütün televizyonlar, bütün gazeteler çetecilere...
Öyle değil mi ey halkım, öyle değil mi?
Bize vuranlara devlet töreni düzenleniyor…
Ben Şükrü Eraslan...
Büsürüm Beldesi''nden...
Taşı sıksam suyunu çıkartırdım.
Bu vatan uğruna bin canım olsa binini de verirdim...
Çünkü, biliyordum ki ölürsem şehit olacağım...
Gel gör ki şimdi şaşkınım...
Çünkü, beni Kanas tüfeğiyle vurduranlar; devletimizi yönetenler tarafından neredeyse törenle kabul ediliyorlar...
Bütün övgüler onlara...
Suikastçinin akıl hocalarının siyasi hakkı, kültürel hakkı...
Soruyorum başbakanıma:
Ya benim yaşama hakkım...
Bundan büyük hak olur mu?
Neden kimse onu savunmaz?
Neredesin komutanim?
Ben Şükrü Eraslan! Komando er...
Tokatlı...
Isparta'da eğitimde iken bana ne demiştin komutanım?
Siz bu milletin göz bebeğisiniz.
Ölürseniz şehit, yaşarsanız gazi olacaksınız....
Öyle mi komutanim?
Beni vuranlara, şimdi en üst yöneticiler gülücükler yolluyor...
Kanas silahını kullanan, neredeyse kahraman ilan edilecek...
Herkes onların kültürel haklarının peşinde...
Benim yaşama hakkımı düşünen bile yok.
Neden bizi kandırdınız kumandanim?
Ve neredesiniz?
Resmim size yadigar
Ben Tokatlı komando er Şükrü Eraslan!
Bir nisan günü Kulp'ta, pusuda kaldım...
Şu an o kurşun yarasından daha derin bir yaram var.
Kendimi fena halde aldatılmış hissediyorum.
Binlerce arkadaşım adına...
Kanı ile yeri sulayan; arkasından ağıtlar yakılan
Türk bayrağına sarılı tabutları ile giden arkadaşlarım adına...
Diyorum ki resmime bakın, bir karar verin:
Ben Şehit miyim, hain miyim?.
--------------------------------------------------------------------------------
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
İşte onun çobanından 10 paraya aldım.
Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
"Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!"
Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir'e mektup yazdım.
Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir.
Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.
Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun
saĞ Kolumu Kaybettİm Ama Sol Kolum Var"
--------------------------------------------------------------------------------
Seddülbahir ve Conkbayır'ın büyük kahramanlarından biride Bombacı Mehmet Çavuş 'tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu ,İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar,karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş 'un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş 'un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastahaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"Sağ kolumu kaybettim, zarar yok,sol kolum var. Onunla da pekala iş görebilirim. Beni müteessir eden ve yüne kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.
Hastahaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz ,affedeniz muhterem kumandanım.."
Ben Şehit miyim, hain miyim?.
1972 doğumluyum...
Şehidim, 1992''den beri....
Komando er olarak Diyarbakır''in Kulp ilçesinde görev yapıyordum.
Devriyeden dönüyorduk.
Ansızın üzerimize el bombaları fırlattılar; kurşun yağdırdılar. Karşılık verdik...
Teröristler kaçtılar...
Baktım ki teğmenim yaralanmış..
Gittim onu kucağıma aldım ve askeri cipe doğru götürmeye başladım.
Ansızın dünyam karardı...
Bir kurşun, kafamin sağından girip solundan çıktı...
Kucağımda teğmenim, yola devrildim...
Kanım toprağa yayıldı...
Ben ne suç işledim?
Ben Şükrü Eraslan...
Tokat'ın Reşadiye ilçesine bağlı Büsürüm Beldesi'ndenim...
Ailem ve akrabalarım düğün dernek ederek yolladılar beni askere...
Milletim ve vatanım için...
Diyarbakır'ın kırsalında bir suikast silahı ile beynimi parçaladılar...
Soruyorum şimdi size: Suçum neydi benim?
Soruyorum Başbakanıma, dışişleri bakanıma:
Ben şehit miyim, hain miyim?
Ben şehit isem beni vuranlar neci?
Millet de sorsun bunu …
Güneydoğu'da yolu kesilen, pusuya düşürülen, saldırıya uğrayan ve bu nedenle can veren askerler suçlu mudur?
Onlar, oralara gidip bu ülke uğruna canlarini vermekle hainlik mi etmişlerdir?
Sakın, bu nasıl soru demeyin...
Bakın iki günde beş arkadaşımı daha vurdular...
Vuranlar mı doğru vurulanlar mı?
Cevabını başbakanımız versin...
Çünkü, bizi hatırlayan yok...
Bütün övgüler, bütün televizyonlar, bütün gazeteler çetecilere...
Öyle değil mi ey halkım, öyle değil mi?
Bize vuranlara devlet töreni düzenleniyor…
Ben Şükrü Eraslan...
Büsürüm Beldesi''nden...
Taşı sıksam suyunu çıkartırdım.
Bu vatan uğruna bin canım olsa binini de verirdim...
Çünkü, biliyordum ki ölürsem şehit olacağım...
Gel gör ki şimdi şaşkınım...
Çünkü, beni Kanas tüfeğiyle vurduranlar; devletimizi yönetenler tarafından neredeyse törenle kabul ediliyorlar...
Bütün övgüler onlara...
Suikastçinin akıl hocalarının siyasi hakkı, kültürel hakkı...
Soruyorum başbakanıma:
Ya benim yaşama hakkım...
Bundan büyük hak olur mu?
Neden kimse onu savunmaz?
Neredesin komutanim?
Ben Şükrü Eraslan! Komando er...
Tokatlı...
Isparta'da eğitimde iken bana ne demiştin komutanım?
Siz bu milletin göz bebeğisiniz.
Ölürseniz şehit, yaşarsanız gazi olacaksınız....
Öyle mi komutanim?
Beni vuranlara, şimdi en üst yöneticiler gülücükler yolluyor...
Kanas silahını kullanan, neredeyse kahraman ilan edilecek...
Herkes onların kültürel haklarının peşinde...
Benim yaşama hakkımı düşünen bile yok.
Neden bizi kandırdınız kumandanim?
Ve neredesiniz?
Resmim size yadigar
Ben Tokatlı komando er Şükrü Eraslan!
Bir nisan günü Kulp'ta, pusuda kaldım...
Şu an o kurşun yarasından daha derin bir yaram var.
Kendimi fena halde aldatılmış hissediyorum.
Binlerce arkadaşım adına...
Kanı ile yeri sulayan; arkasından ağıtlar yakılan
Türk bayrağına sarılı tabutları ile giden arkadaşlarım adına...
Diyorum ki resmime bakın, bir karar verin:
Ben Şehit miyim, hain miyim?.