Dünya genelinde, birçok klinikte yapılan bilimsel araştırma; kanser ve beslenme arasında anlamlı ilişkiler olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle rafine gıdaların yoğun tüketimi başta obezite olmak üzere insan sağlığı açısından olumsuz sonuçların ortaya çıkmasında belirleyici hale gelmiştir. Onkoklinik tarafından hazırlanan bu yazıda; beslenmenin iyi bir planlama, en önemlisi bilinçli gıda tüketimi ile ne kadar kolay yönetilebilir olduğunu keşfedeceksiniz. Hele söz konusu kanser tedavisine paralel diyet programları olduğunda daha hassas ve duyarlı olmak ciddi önem arz ediyor.
Gelin önce; vücut enerjimizin temelini oluşturan “Karbonhidrat Metabolizmasına” yakından bakalım.
Hücrelerimizin temel yakıtı glukozdur. Soluduğumuz oksijenle birlikte hücreler glukozu, enerji fabrikaları olarak adlandırılan mitekondrilerde yakarak enerji elde eder. Özellikle beynimiz sadece glukozu enerji kaynağı olarak kullanır. Glukoz, tükettiğimiz besinlerden sindirim sisteminden emilerek elde edilir.
Peki “Glukoz” nedir?
Şekerin ana maddesidir. Saf hale getirilmiş glukoz; şekerlemelerin, şekerli tatlıların, içeceklerin, meyve sularının temel maddesidir. Aynı zamanda kompleks karbonhidratların yani nişastanın da temel yapı taşıdır.Temel besin kaynaklarımızın büyük çoğunluğu yüksek miktarda karbonhidrat içerir ve yendikten sonra hızla glukoza çevrilir. Ekmek, pasta, kek, pirinç, patates, fast food gıdalar ve birçok meyve bu gruptandır.
Glukoz enerjiye nasıl çevrilir?
Karbonhidrat değeri yüksek olan besinler tüketildikten sonra sindirim sisteminde emilir ve hızla glukoza dönüştürülür. Glukozun kandaki artışıyla birlikte insülin salınımı artar. Artan insülin, glukozu hücre içine sokarak, kan glukozunu düşürür. Eğer fazla miktarda glukoz alınırsa, insülin glukozu glukojene çevirerek kaslarda, karaciğerde depolanmasını sağlar ve ani ihtiyaç durumlarında buradan kullanılır. Eğer kan glukoz değeri kritik seviyelere inerse glukagon hormonu salgılanarak, depolanmış glukojeni glukoza çevirir ve vücudun kullanımına sunar. Bu da yetmezse proteinlerden glukoz yapılmasını sağlar.
Bu mekanizma; vücudun glukozsuz kalmasını engelleyecek şekilde dizayn edilmiştir. Açlık durumunda sağlıklı hücreler, yağları ve proteinleri enerji kaynağı olarak kullanabilirler. Her durumda az da olsa glukoza ihtiyaç vardır. Açlıkta da; karaciğer tarafından proteinlerden, bu glukoz elde edilebilir. Eğer diyette hiç karbonhidrat bulunmazsa, eninde sonunda proteinler yıkılır. Uzun süreli açlık durumlarında bile kan glukozu, vücudumuz tarafından belirli seviyede tutulur. Yağlar, direkt enerji kaynağı olarak da kullanılabilir.
Yağ yakım süreci nasıl başlar ve ketonlar enerji olarak kullanılabilir mi?
Batı tipi diyet olarak adlandırdığımız “yüksek karbonhidrat içerikli diyetten düşük karbonhidrat içerikli diyete” geçildiğinde, vücudumuz yağları yakmaya başlar. Hemen hemen tüm hücrelerimiz, beyin hariç, enerji ihtiyacını yağları yakarak sağlar. Beyin glukozu kullanmaya devam eder ve bu nedenle karaciğer proteinlerden glukoz elde ederek, beynin kullanımına sunar. Hücrelerimiz yağları yakmaya başladığında keton üretimi artar. Keton, yağ asitlerinin yıkılması sonucunda oluşur. Hemen hemen tüm hücreler, ketonları enerji kaynağı olarak kullanabilir. 2-5 günlük alışma döneminden sonra beyin de ketonları enerji kaynağı olarak kullanabilir. Beyin için gereken enerjinin %80’i ketonlardan sağlanabilir.
Fazla keton vücutta birikmez ve idrarla atılır. Test çubuklarıyla idrardaki keton takip edilebilir. Keton miktarı daha da artarsa nefesle de atılır ve nefes aseton gibi kokar. “Ketojenik Diyet” tanımı da, idrarda keton saptanması nedeniyle verilmiş bir isimdir. Bu metabolizma açlık durumunda yağların ve ketonların normal kullanım prosedürüne katılmasıdır. Bu durum fizyolojik yani normal ketojenik durumdur. Şeker hastalarının hayatını tehdit eden ketoasidoz ile karıştırılmamalıdır.
Hafif keton miktarındaki artış; ki beyin enerji kaynağı olarak ketonları kullanır, tamamen normaldir. Bu tehlikesiz ve normal durum yüzyıllardır düşük karbonhidrat alındığı durumlarda insan oğlunda gerçekleşmektedir ve adaptasyon mekanizmasıdır.
Kanser hücreleri neden şekeri sever?
Kanser hücrelerinin glukoza karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir açlığı vardır. Bilimsel kaynaklarda kanser hücrelerinin glukoza karşı anormal bir iştahı olduğu saptanmıştır.
Nobel Ödülü sahibi Alman bilim insanı; Otto Warburg, 80 yıl önce normal hücrelerden farklı olarak, kanser hücrelerinin enerji üretiminde oksijeni kullanmadığını ve yağı yakmadığını gözlemlemiştir. Kanser hücrelerinin sadece glukoz fermentasyonu yaptığını saptamıştır.
Deneysel şartlarda dahi, ortamda yağ, glukoz ve oksijen olduğu halde kanser hücreleri yağ ve oksijeni kullanmadan, sadece glukoza yönelmektedir. Glukozu fermente etmek kansere neden olmaz. Ancak kanser oluşumu sırasında gözlenen genetik değişiklikler sonucu, hücrelerin bu yöntemi kullandıkları düşünülmektedir.
Kanser hücrelerinin şeker açlığına biyolojik ve matematik değerlerle başka bir açıdan bakalım.
Normal koşullarda temel enerji kaynağımız olan glukoz, insülin yardımıyla hücre içine girdikten sonra bir dizi reaksiyona uğrar. Bu reaksiyonların ilk kısmına Glikoliz denir. Glikolizde; 2 ATP harcanır 4 ATP üretilir. Yani net kazanç 2 ATP dir. Glikoliz sonucunda pürivat oluşur ve eğer oksijenli solunum yapılırsa, ki bu enerji fabrikamız olan mitekondride gerçekleşir, 36 ATP daha kazanılır. Eğer sistem oksijensiz olarak devam edecekse ve enerji fabrikası olan mitekondri kullanılmayacaksa pürivat laktik asite dönüştürülerek hücre dışına atılır.
Kanser hücresi hiç bir zaman mitekondriyi kullanmak istemez. Neden 1 molekül glukozdan 38 ATP kar etmek varken sadece 2 ATP ile yetiniyor?
Kanser hücreleri bu kadar verimsiz çalıştığı için normal hücrelere oranla 20 katdan daha fazla glukoza ihtiyaç duyar. Çoğalabilmesi için bu enerjiye dolayısıyla bu glukoza ihtiyaçları vardır. En önemlisi kanser hücreleri yağı ve ketonu da kullanamazlar. Sadece glukoza muhtaçtırlar. Bu yüzden;
• Daha fazla glukozu tutabilmek için çok sayıda glukoz bağlayıcıları vardır.
• Enerji üretimi için oksijen kullanamazlar ve oksijeni de sevmezler.
• Sürekli laktik asit üretip hücre dışına atarlar.
Verimsiz enerji üretimi gibi gözükse de bu durum kanser hücrelerinin işlerini bazı açılardan kolaylaştırıyor. Nasıl mı?
• Sürekli laktik asit üreterek hücre dışına atmaları nedeniyle kanser hücreleri çevrelerinde bir asit denizi oluşturur. Bu asit ortam normal hücreleri eriterek, tümörün yayılmasını kolaylaştırır.
• Kanser hücreleri asit ortamda kendilerini koruyabilmek için hücre duvar yapılarında değişikliğe gider. Daha az geçirgen ve sert bir yapıya sahip kanser hücre duvarı, kanser ilaçlarının kanserli hücre içine girmesini engeller.
• Kanser hücrelerinin çevresindeki asit ortam nedeniyle immün sistem kansere karşı etkin savaşamaz.
• Oksijen kullanmadan enerji üretebildiklerinden, oksijen ihtiyaçları yoktur. Oksijensiz ortamda etkinliği belirgin azalan radyoterapiye karşı direnç gösterebilmeleri de bu yüzdendir. Oksijen varlığında daha etkin olan kanser ilaçlarına karşı dirençli olurlar.
• Enerji elde etmek için mitekondiriyi kullanmadıklarından, mitekondriyi hedef alan kanser ilaçlarına ve radyoterapiye karşı dirençlidirler.
Kanser hücresinin anormal glukoz açlığı, kanserli dokuların saptanmasında da yardımcı olur. Peki nasıl?
Kanser hücresinin glukozu fazla kullanması; tıptaki en güncel ve önemli görüntüleme tekniğinin; PET CT Teknolojisinin gelişmesini sağlamıştır. PET görüntüleme; kanser şüphesi olan bir lezyonun kanser olup olmadığını, kanser olduğunu bildiğimiz lezyonların ise tedaviye ne yönde cevap verdiğini belirlemede altın standart olarak kullanılmaktadır.
PET CT filmleri nasıl çekilir?
Hastaya önce radyoaktif glukoz verilir. Başka bir anlatımla radyoaktif işaretleme yapılmış glukoz yüklenir. En fazla glukozu kim kullanıyorsa, radyoaktif madde de o hücrede kalır ve filmde görünür hale gelir. Yani esasında PET filmi en çok glukozu hangi hücre tüketiyorsa, o hücreyi görünür hale getirir. En fazla glukozu kanser hücreleri kullandığından filmde görününen kanser hücreleri olur. Sadece enfeksiyon durumlarında glukoz kullanımı arttığı için PET filminde kanserin en çok karıştığı durumlar enfeksiyon tablolarıdır.
Kanser hücresinin yoğun laktik asit üretimi tanı aracı olarak kullanılabilir mi?
Bazı özel MR(manyetik rezonans) teknikleri ile dokudaki laktik asit düzeyi saptanabilmektedir. Böylece dokuda, tümör olup olmadığı hakkında fikir sahibi olunabilir.
Kanser hücrelerinin zayıf noktası yani "Aşilin topuğu" glukoza bağımlılıkları, yağları ve ketonu enerji kaynağı olarak kullanamamalarıdır.
Kanser tedavisinin ideal başlangıç noktası da; kanser hücrelerinin zayıf noktası olan bu özellikleri ile planlanır. Şekerin fermantasyonu yani glikoliz süreci normal hücrelerden farklıdır. Tümördeki şeker fermantasyonunu; glikolizi engelleyen ilaçlar, tümörün ölümüne neden olurken, normal hücreler metabolizmalarını değiştirebildikleri için bu ilaçlardan etkilenmezler. Bu tür tedavi yöntemleri henüz araştırma aşamasındadır ve deneylerde başarılı sonuçlar alınmaktadır.
Kanser tedavisinde en önemli aşamalardan biri de diyeti değiştirmektir. Tümörün glukoz kaynağını keser, sağlıklı hücrelere yeterli enerjilerini sağlayacak besinleri verebilirsek, kanser tedavisinin ilk adımını da atmış oluruz.
Kaynak=onkoklinik