- 28 Şubat 2007
- 842
- 7
- 55
Köhne bir yük katarı gibi ayak par*maklarımızı ezerek önümüzsıra ge*çen bu yorgun asır, bizim asrımız değildi.
Korkarım, tozu dumana katarak pürtelaş gelen yenisi de, o imanla beklediğimiz ahengin asrı olmayacak.
Raylar üstünde alelade bir tımarhane bu...
...tıklım tıkış vagonlarında vahşi bir itiş kakış; dumanında genzi yakan bir ihtiras kokusu...
Şüphesiz zamanla bu cinnet de ufukta yitip gidecek; lakin bizim için başka katar yok ömrümüzün içinden geçecek.
Görünen o ki kadınım, seninle biz, "ha*yat" denen bu metruk peronda, üzerinde adres yazmayan mektuplar gibi bekleşip, aş*kımızı acılardan damıtarak yaşlanacağız.
* * *
Öyle bir çağdayız ki, insanoğlu geçen asır düşünü gördüğü "denizler altında 20 bin fersah" yolu katedip, "arzunun merkezine" yaklaştıkça, uzaklaştı insanlığından...
Kalabalıklaştıkça arttı kayıtsızlığın ıssız*lığı...
Her bineni ise bulayan sefil bir trenle onun borsadan başka tapınak, paradan başka tanrı tanımayan son yolcuları, kainatın raylarındaki şiiri, ilhamı, aşkı ezip geçti.
"Ah o gönül şarkıları" sustu önce...
Sonra, sevdaların ömrü kısaldı; tadı kaç*tı hasretin, şehvetin harı söndü.
Sanal posta kutusu, mektubu öldürdü; bak, bir tek satır yok kalemimden sana kala*cak.
Silinip gidiyor telefondaki aşk mesajları; "seni seviyorum," -ki amentüsüdür itiraf ge*celerinin- parfüm sıkılmış plastik bir gül da*lının teybinde tutsak...
Korkuyorum gülüm; "Seni seviyorum" desem sana, plastik kokacak.
* * *
A kadınım,
A hüznümün bahçesi!..
Görmem mi sanırsın; sesi kısık gözleri*nin nicedir... dudakların buselere sağır...
Oysa ben, haykırmak için sesine, solu*mak için nefesine muhtacım.
Bilsen neler verirdim bakışlarından o kederi silebilmek, sana itimadın hazzını yeniden verebilmek için...
Lakin öyle bir tufana yakalandık ki, bir*birimize kavuşmak için çekiştirdiğimiz kement boğuyor bizi...
Mübadele garında saadet ülkesine kesil*miş iki "açık" biletle mecalsiz bekleşiyoruz.
Kudretim olsa, seni bu harabe istasyon*dan kapar, koştukça yelelerinden takvim sayfaları uçuşan bir kısrağın terkisine attı*ğım gibi, o çok sevdiğin ihtişam romanları*nın mağrur asrına taşırdım.
Soyunurduk bütün o delik deşik kos*tümlerimizden, boyası akmış maskelerimizden... mecburi rollerimizden...
"Devamsızlık yüzünden" tarihten ko*vulmuş iki muzip çocuk gibi, azad olurduk kendimizden...
Benim boynumda alıçtan kolyeler, senin tebessümünde sümbülden gamzeler; çözüp dudaklarımızın mührünü, iççekişlerimizi toprağa gömer, her akşam ilk sana gülümse*yen yıldızına ip dolayıp keyifle ayaklarımızı sallandırırdık dünyaya...
Dilimizde, "kavuşmanın tadını/ ayrılık feryadını" taşıyan bir şarkıyla...
Uşşak makamında...
can dundar
Korkarım, tozu dumana katarak pürtelaş gelen yenisi de, o imanla beklediğimiz ahengin asrı olmayacak.
Raylar üstünde alelade bir tımarhane bu...
...tıklım tıkış vagonlarında vahşi bir itiş kakış; dumanında genzi yakan bir ihtiras kokusu...
Şüphesiz zamanla bu cinnet de ufukta yitip gidecek; lakin bizim için başka katar yok ömrümüzün içinden geçecek.
Görünen o ki kadınım, seninle biz, "ha*yat" denen bu metruk peronda, üzerinde adres yazmayan mektuplar gibi bekleşip, aş*kımızı acılardan damıtarak yaşlanacağız.
* * *
Öyle bir çağdayız ki, insanoğlu geçen asır düşünü gördüğü "denizler altında 20 bin fersah" yolu katedip, "arzunun merkezine" yaklaştıkça, uzaklaştı insanlığından...
Kalabalıklaştıkça arttı kayıtsızlığın ıssız*lığı...
Her bineni ise bulayan sefil bir trenle onun borsadan başka tapınak, paradan başka tanrı tanımayan son yolcuları, kainatın raylarındaki şiiri, ilhamı, aşkı ezip geçti.
"Ah o gönül şarkıları" sustu önce...
Sonra, sevdaların ömrü kısaldı; tadı kaç*tı hasretin, şehvetin harı söndü.
Sanal posta kutusu, mektubu öldürdü; bak, bir tek satır yok kalemimden sana kala*cak.
Silinip gidiyor telefondaki aşk mesajları; "seni seviyorum," -ki amentüsüdür itiraf ge*celerinin- parfüm sıkılmış plastik bir gül da*lının teybinde tutsak...
Korkuyorum gülüm; "Seni seviyorum" desem sana, plastik kokacak.
* * *
A kadınım,
A hüznümün bahçesi!..
Görmem mi sanırsın; sesi kısık gözleri*nin nicedir... dudakların buselere sağır...
Oysa ben, haykırmak için sesine, solu*mak için nefesine muhtacım.
Bilsen neler verirdim bakışlarından o kederi silebilmek, sana itimadın hazzını yeniden verebilmek için...
Lakin öyle bir tufana yakalandık ki, bir*birimize kavuşmak için çekiştirdiğimiz kement boğuyor bizi...
Mübadele garında saadet ülkesine kesil*miş iki "açık" biletle mecalsiz bekleşiyoruz.
Kudretim olsa, seni bu harabe istasyon*dan kapar, koştukça yelelerinden takvim sayfaları uçuşan bir kısrağın terkisine attı*ğım gibi, o çok sevdiğin ihtişam romanları*nın mağrur asrına taşırdım.
Soyunurduk bütün o delik deşik kos*tümlerimizden, boyası akmış maskelerimizden... mecburi rollerimizden...
"Devamsızlık yüzünden" tarihten ko*vulmuş iki muzip çocuk gibi, azad olurduk kendimizden...
Benim boynumda alıçtan kolyeler, senin tebessümünde sümbülden gamzeler; çözüp dudaklarımızın mührünü, iççekişlerimizi toprağa gömer, her akşam ilk sana gülümse*yen yıldızına ip dolayıp keyifle ayaklarımızı sallandırırdık dünyaya...
Dilimizde, "kavuşmanın tadını/ ayrılık feryadını" taşıyan bir şarkıyla...
Uşşak makamında...
can dundar