1
1_sen
Ziyaretçi
- Konu Sahibi 1_sen
- #1
Pazar Pazar nereden çıktı bu ‘ölüm’ konusu dediğinizi duyar gibiyim. Ama lütfen ön yargılı olmayın. Çünkü yazıda anlatmak istediğim ölüm değil, ‘yaşamın kendisi’. Zaten bu yüzden de iyi ki ölüm var.
Hayatı kutsayan, yaşamanın zevkli olmasını sağlayan, ölümün kendisi. Eğer ölüm olmasaydı, hayat bu kadar güzel, nefes bu kadar tatlı, güneş bu kadar sıcak ve yağmur bu denli anlamlı olmazdı. Olamazdı.
Peki neden ölümden korkarız bu kadar? Neden ‘ölümü aklımıza getirmek istemeyiz’ ve bu düşünceden şiddetle kaçarız? Hiç kimse başaramaz, ama yine de kaçar. Oysa der ki Mevlana, “Ey gafil insan, zaten ölüm sen dünyaya ayak bastığından beri, davulcuğunu çalar durur. Fakat sesler, senin bir kulağından girer, diğer kulağından çıkar.”
Hayatın, yaşamanın, dünyanın gerçekliğini bu kadar çıplak ifade ettiğimizde ne kadar itici geliyor değil mi? Eminim bazılarınız bu güzel, güneşli Pazar günü bu yazıyı yazdığım için bana kızıyor. Ama sadece bir gerçekliğin ifadesi bu yazı ve ölümden ziyade, yaşamın, nefes almanın vurgulanması, hatta biraz ileri gidip, kutsallaştırılmasıdır.
Düşünsenize, ölüm olmamış olsa, o büyük sonsuzluk içinde nereye gidecektik biz. Pazar sabahları yapılan kahvaltının, evin içinde yayılan çay kokusunun, güneş ışığının gözümüzü kamaştırmasının, yağmur altında yürümenin keyfini alabilir miydik? Ölüm olduğu için, yaşam bu kadar anlamlı ve önemli.
Ya da hırslarımızı düşünün. Nereye kadar sürebilirdi ki? Bir politikacıyı hayal edin örneğin. İktidar hırsı, sonsuzluğa taşınsa neler olurdu?
Sevdiklerimizle beraber olmak, aşk, gülmek ve hatta ağlamak bu kadar güzel olabilir miydi ölüm olmasa. Tüm bu duygular sonsuzluk için de kaybolup giderdi bence. Ölüm, yaşamımızı anlamlı kılıyor.
Doğada, her şeyin karşıtı ile var olması da bu nedenle anlamlı oluyor zaten. Hiç şöyle düşündünüz mü, “Aşkı yücelten, belki de ayrılığın kendisi.” Ayrılık olmasa, aşk bu kadar anlamlı, bu kadar kışkırtıcı, bu denli çarpıcı olmazdı. Olamazdı. Ölüm ve yaşam gibi.
Demem odur ki, ölüm yaşama, ayrılık sevdaya anlam katıyor. Bu yüzden ne ayrılıktan, ne de ölümden korkmak gerekir.
Mevlana şöyle yorumlamış: “Ey ölümden korkan can, işin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”
“Ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, senin kendi çirkin yüzündür. Senin ruhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak ağacın cinsine göredir.”
Amacım dini bir vurgu yapmak da değil. Zaten ölümden söz ederken, yaşamı kutsallaştırmam da bu yüzden. Ve geçen her saniye, ölüme biraz daha yaklaşmaksa, boşa geçiren her an da, o kadar yazık oluyor demek ki.
Ölüm bir gerçek. Ama dünyaya yaşamak için geliyoruz, ölmek için değil. Hayattan keyif almanın, insan olabilmenin onuruyla da, ölümün değil, yaşamın kutsallaştırılması gerekmez mi? Oysa ne gariptir ki, insanoğlu, tersine akan sularda yüzmeyi seviyor. Doğruyu gösteren onca şeye rağmen.
Oysa cennette cehennemde bu dünyada var. Tercih biraz da insanlara kalıyor. Hayatı cennete ya da cehenneme çevirmek. Hayat cennet olsa da, cehenneme dönse de nefes almak, iyi ki ölüm var. her şeye anlam katıyor
Hayatı kutsayan, yaşamanın zevkli olmasını sağlayan, ölümün kendisi. Eğer ölüm olmasaydı, hayat bu kadar güzel, nefes bu kadar tatlı, güneş bu kadar sıcak ve yağmur bu denli anlamlı olmazdı. Olamazdı.
Peki neden ölümden korkarız bu kadar? Neden ‘ölümü aklımıza getirmek istemeyiz’ ve bu düşünceden şiddetle kaçarız? Hiç kimse başaramaz, ama yine de kaçar. Oysa der ki Mevlana, “Ey gafil insan, zaten ölüm sen dünyaya ayak bastığından beri, davulcuğunu çalar durur. Fakat sesler, senin bir kulağından girer, diğer kulağından çıkar.”
Hayatın, yaşamanın, dünyanın gerçekliğini bu kadar çıplak ifade ettiğimizde ne kadar itici geliyor değil mi? Eminim bazılarınız bu güzel, güneşli Pazar günü bu yazıyı yazdığım için bana kızıyor. Ama sadece bir gerçekliğin ifadesi bu yazı ve ölümden ziyade, yaşamın, nefes almanın vurgulanması, hatta biraz ileri gidip, kutsallaştırılmasıdır.
Düşünsenize, ölüm olmamış olsa, o büyük sonsuzluk içinde nereye gidecektik biz. Pazar sabahları yapılan kahvaltının, evin içinde yayılan çay kokusunun, güneş ışığının gözümüzü kamaştırmasının, yağmur altında yürümenin keyfini alabilir miydik? Ölüm olduğu için, yaşam bu kadar anlamlı ve önemli.
Ya da hırslarımızı düşünün. Nereye kadar sürebilirdi ki? Bir politikacıyı hayal edin örneğin. İktidar hırsı, sonsuzluğa taşınsa neler olurdu?
Sevdiklerimizle beraber olmak, aşk, gülmek ve hatta ağlamak bu kadar güzel olabilir miydi ölüm olmasa. Tüm bu duygular sonsuzluk için de kaybolup giderdi bence. Ölüm, yaşamımızı anlamlı kılıyor.
Doğada, her şeyin karşıtı ile var olması da bu nedenle anlamlı oluyor zaten. Hiç şöyle düşündünüz mü, “Aşkı yücelten, belki de ayrılığın kendisi.” Ayrılık olmasa, aşk bu kadar anlamlı, bu kadar kışkırtıcı, bu denli çarpıcı olmazdı. Olamazdı. Ölüm ve yaşam gibi.
Demem odur ki, ölüm yaşama, ayrılık sevdaya anlam katıyor. Bu yüzden ne ayrılıktan, ne de ölümden korkmak gerekir.
Mevlana şöyle yorumlamış: “Ey ölümden korkan can, işin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”
“Ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, senin kendi çirkin yüzündür. Senin ruhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak ağacın cinsine göredir.”
Amacım dini bir vurgu yapmak da değil. Zaten ölümden söz ederken, yaşamı kutsallaştırmam da bu yüzden. Ve geçen her saniye, ölüme biraz daha yaklaşmaksa, boşa geçiren her an da, o kadar yazık oluyor demek ki.
Ölüm bir gerçek. Ama dünyaya yaşamak için geliyoruz, ölmek için değil. Hayattan keyif almanın, insan olabilmenin onuruyla da, ölümün değil, yaşamın kutsallaştırılması gerekmez mi? Oysa ne gariptir ki, insanoğlu, tersine akan sularda yüzmeyi seviyor. Doğruyu gösteren onca şeye rağmen.
Oysa cennette cehennemde bu dünyada var. Tercih biraz da insanlara kalıyor. Hayatı cennete ya da cehenneme çevirmek. Hayat cennet olsa da, cehenneme dönse de nefes almak, iyi ki ölüm var. her şeye anlam katıyor