İnsan ve Şiddet!!!!

damlasu

Guru
Kayıtlı Üye
19 Mart 2007
522
1
Son zamanlarda, okulda başlayan (ya da yeni fark edilen) bir şiddet dalgası, bütün insanları rahatsız etmeye ve şiddet üzerinde düşünmeye, konuşmaya, bilimsel araştırmalara teşvik etmektedir. Ve çoğunlukla, bu düşünmelerin, konuşmaların ve bilimsel araştırmaların mevcut durum üzerinden yapıldığı gözlenmektedir. Yani herhangi bir somut şiddet olgusunda, sorun şimdiki zaman ve bazen de gelecek zaman açısından ele alınmaktadır. Kuşkusuz bu yanlış değildir ama eksiktir. Eksik olan da geçmiş zamandır. Şiddet olgusu bir sonuçtur. Bu bağlamda düşünüldüğünde, bu sonucu yaratan geçmişin kurgulanması gerekir. Bu yapılmadığında şimdiki zaman ve gelecek zaman iyi betimlenemeyebilir. Bu çalışmada genel hatları ile şiddet, geçmiş boyutu ele alınmaya çalışılmaktadır.
Şiddet; sosyal bir olgu olarak, öğrenilen bir tutumdur. Her ne kadar, şiddetin insanın doğasında var olan bir dürtü olduğunu ileri süren düşünceler var olsa da; doğum sonrası insan yavrusunun davranışları gözlemlendiğinde, gelecekte şiddeti çağrıştıracak davranış kalıplarına rastlanmadığını ileri sürebiliriz. Bebeğin emme davranışı sırasında memeye saldırmasının! şiddet dürtüsü ile betimlenmesi ise abartılı gözükmektedir. Çünkü, memeye saldırma davranışı (başkasına) zarar verme değil, açlığı giderme sabırsızlığıdır. Unutulmamalıdır ki şiddet öğesinde biriktirilmiş öfke, öfkenin kontrol altına alınamaması, öfkenin davranışa dönüştürülmesine yol açacak bir uyarıcı ve zarar verme fiili ya da tehdidi vardır. Önemli olan bu sürecin nasıl ortaya çıktığının betimlenmesidir. Bu betimleme yapılmadan çözüm üretme de sağlıklı olmayacaktır.

Öfke, insanın kendini ifade etmenin bir biçimidir. Yani öfke de bir iletişimdir, ancak istenmeyen onaylanmayan, olumlu sonuçlar oluşturmayan yıkıcı bir iletişimdir. İnsan kendini söz, duygu, mimik, jest, ya da bir başka biçimde neden ifade edemez? Her insan çevresinden kabul görmeyi ve kendini değerli hissetmeyi ister. Bunu duyumsamadığı dönemlerde, kendini ifade etmede güçlük ortaya çıkar. İnsan kendini neden ifade edemez? Muhtemelen öğrenemediği, bu olanağı bulamadığı ve kendini değerli hissetmediği için, bu durum ise, geçmişin bir birikintisi olarak ortaya çıkmış olmalıdır. Çünkü, insan davranışlarının gösterildiği an, bir sonuçtur. Bu sonucu ise yaratan bir geçmiş süreç vardır. Yaklaşık olarak ergenlikte ortaya çıkan soyut düşünme becerisi elde edilinceye kadar, insan kendini evrenin merkezinde algılar. Evrenin merkezine kendine koyan insanın en büyük güçlüğü ise, paylaşamamaktır. Paylaşma, öğrenilen (ya da öğrenilemeyen) sosyal bir davranıştır. İnsanın sosyal bir varlık oluş gerçeği, paylaşmanın da çok rahatlıkla kazanılabileceğini düşündürtmektedir. Ancak bu gerçekleşmemektedir. Çünkü, çocuk büyürken, bunun gerçekleşmesini engelleyen bir dizi hata yapılmaktadır. Örneğin, evine misafir kabul eden bir anne-baba, çocuğuna şu direktifi verebilmektedir: “oyuncaklarını ortalıktan kaldır, misafir çocuk/çocuklar onları alabilir, kırabilir”. Bu buna benzer direktiflerle büyüyen çocuğun paylaşmayı öğrenmesini bekleyebilir miyiz? Bu tür durumlar, sadece paylaşmanın öğrenilmesini engellemez, ben merkezliliğin ortadan kalkmasını ve yerini sosyal ben’e bırakmasını da engeller. Sosyal ben’i gelişmemiş birey ise, paylaşmayı, empati kurmayı, kendine ve başkalarına değer vermeyi öğrenemez.

Paylaşmayı öğrenemeyen insan, her elde edemediği için; bir suçlu arar. Bunu başlangıçta sözel ifadelere döker. Bu sözel ifadeler ise, çoğunlukla kınanır, sorgulanır, aşağılanır ya da şiddete uğrar. Çocuk için sözel ifade edişin yetersizliği böylece anlaşılmış olur. Suçlamalarını ve kızgınlığını, uygun bulduğu ortamda davranışı dönüştürebilir. Çoğunlukla bu basit ve sıradan gözüken şiddet öncesi davranış kalıpları (gelecekteki tutum olarak şiddet eğiliminin kökenlerini oluşturduğu unutulmamalıdır) güçsüz yaşıtlara, kendinden küçüklere ve yetişkinlerin olmadığı ortamlarda uygulamaya başlanır. Gelecekteki şiddet tutumunun tohumları bu şekilde atılmış olur. Bu tohumun büyüyüp yeşermesi zaman alır ve yanlış yetişkin davranış ve tutumları ile beslenmiş olur.

Çocuk uzunca bir zaman, çoğunlukla ilköğretime başlayıncaya kadar, şiddete direnecek güce (zihinsel, duygusal ve fiziksel ) sahip değildir. İlköğretimden itibaren zihinsel gelişmişliği ve duygusal olarak kendini ifade etmede elde ettiği yeterlilik, fiziksel olarak da kendine yakın bulduğu akranları ile birlikte sergilenecek bir ortama kavuşmuş olur. Okullu çocuk için, aileler çoğunlukla neredeyse bilinçaltı şöyle bir algıya sahiptirler: “oh be, artık okul var, çocuğumla ilgili sorumluluğumun büyük bir kısmına onlara devredebilirim. Buna bir de okulun sorun çıkıncaya kadar, sorunların farkına varamama niteliği eklenince, kendini değerli hissetmeyen, paylaşmayı öğrenemeyen ve kendini evrenin merkezinde algılayan çocuk için, biriktirilmiş öfke açığa çıkmak için uygun uyarıcıyı beklemeye başlar.

Öfkeyi ortaya çıkaracak uyarıcı ise çok kolay bulunur. Ödevini yapmadığı ve yeterince çalışmadığı için aile onu kınar, üzer ve şiddet uygulayabilir. Öğretmen; kurallara uymadığı için, hata yaptığı için, okul koridorunda koştuğu için, zayıf not aldığı için ….vs. vs. çocuğu kınar, üzer ve şiddet uygulayabilir. Çocuk açısından denetimsiz ve her an seyredilmeye hazır olarak, açık bekleyen Televizyon; yüceltilmiş ve “estetize” edilmiş çizgi filmler, filmler aracılığıyla, çocuğun biriktirilmiş öfkesini davranışa dönüştürecek uyarıcı öğrenmelerle doludur. Böylece akranlara aktarılacak biriktirilmiş öfke davranışa dönüştürülmeye hazır hale gelir. Çocuk, ailesine ve okula yansıtamadığı öfkesini, diş geçirebileceği biri olarak akranlarına çevirir. Akranlara gösterilen şiddet, bazen görmezden gelinir, bazen de sessizce onaylanır. Çocuğunun dayak yemesindense, dayak atmasını tercih eden ana-babaların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.

Çocuk biriktirilmiş öfkesini davranışa dönüştürürken, zihinsel niteliklerinden dolayı sadece anı yaşar. Yani bıçağı salladığında karşısındakinin ölebileceği olasılığını düşünemez (filmlerde kahramanlar çok zor ölür, ölenler ise yüceltilir). Çünkü düşünme analitik yani neden-sonuç ilişkisi içinde değildir henüz. Kuşkusuz bunun da nedenleri vardır. Başlangıçta kendini ifade etme olarak ortaya çıkan şiddet, bir süre sonra ustaca öğrenilmiş ve zarar vermeye dönük bir eyleme dönüşür. İşte bu nokta, geri dönülemez noktadır. Çözüm için, nasihat, sosyal ya da hukuki yaptırım yetersiz kalır.

Eğer, şiddetin kendini değersiz hissetmenin, hospitalizmin (sevgiden yoksun büyümek) bir sonucu olarak ortaya çıktığını kabul edersek; çözüm için de bir yol görünmüş olur; çocuğun eksikliğini hissettiği değersizlik ve sevgisizliği ortadan kaldırmak. Peki bunu kim ortadan kaldıracak; elbette aile, politika, din, ekonomi..vb. sosyal kurumlar. Ama temel sorun da burada, kurumlar şiddeti ortadan kaldırmak yerine, destekliyorlar. Evine dönen baba ya da anne, işyerinde, sokakta gün boyu biriktirdiği öfkesini eşine ve çocuklarına yansıtıyor. Devlet kapısına giden yurttaş, vergisini öderken, bankada taksitini yatırırken, alış verişini yaparken, bir talepte bulunurken, bir hizmeti satın alırken, işini zorlaştıran ve kendini değersiz hissettiren bir sürü uygulamayla karşılaşıyor, yani öfke biriktiriyor. Akşam evinde, televizyonun başına geçen aile, şiddet ve şiddetin yansıması olan programlarla geceyi noktalayıp uyuyor. Okula giden çocuk, eğitim-öğretim ortamında bir baş belası gibi kendini algılamasına neden olan kural ve normlarla karşılaşıyor yani bütün sosyal kurumlar ve iletişim stratejileri güvensizlik üzerine kurulmuş. Kamusal ve özel yaşamda oluşan bu güvensizlik, şiddeti doğurup meşrulaştırıyor. Şiddet uygulamaları ancak, öldürme noktasına ulaştığında dikkat çekebiliyor. Bu durum bile, şiddetin ne kadar kanıksandığını göstermek için yeterlidir.

Şiddeti ortadan kaldırmayı önermek çok iddialı olacağı için, şiddeti zayıflatmanın yolunu öncelikle aramak gerekir. Eğer şiddet bir birikimin sonucu ise, onu zayıflatmanın bir süreç ve birikim olacağını da öngörebilmek gerekir. Sosyal kurumların şiddeti zayıflatması ve etkisiz hale getirebilmesi, şu temel varsayımın ele alınması ya da düşünülmesi ile sağlanabilir; ihtiyaçların karşılanma oranı ile şiddet arasında ters bir ilişki vardır. Bu şu demektir, bebeğin sağlıklı büyümesi için, anne sütü ve ebeveyn sevgi ve şefkatine ihtiyacı vardır, ihtiyacı karşılandıkça öfkesi azalacaktır. Çocuğun sosyal akran aktivitelerine (sosyal başarı), öğrenmeye (akademik başarı) ve mutlu olmaya (kendini gerçekleştirme başarısı) ihtiyacı vardır, bu ihtiyaçlar giderildiği ölçüde öfkesi azalacaktır. Yetişkin insanın bir işe ihtiyacı vardır, işinde mutlu olmaya ve yeterince para kazanmaya (istihdam ve gelir dağılımında adalet) ihtiyacı vardır, bu karşılandığında öfkesi azalacaktır. Bireyin devlet tarafından kucaklanmaya ihtiyacı vardır, bireyin toplum tarafından kabul görmeye ihtiyacı vardır, bireyin kendisini dinleyecek bir insana ihtiyacı vardır, bireyin oy verdiği insanlara hesap sormaya ihtiyacı vardır (bu ihtiyaç 5 yıllık periyotlarla geçiştirilemez). Bu ihtiyaçlar giderildiğinde öfke azalır, şiddete varacak boyutlara ulaşması engellenmiş olur.

Demokratik gelişimlerini tamamlayamamış ya da demokratikleşme sancılarını yaşayan toplumlar, sorunların çözümünde şiddete başvurmayı meşrulaştırabilirler. Demokratik tutum, farklılıkları kabullenmeyi (farklılığı fark etme, farklılıkları tanıma, farklılıklara yaşam hakkı vermede tutum oluşturma) gerektirir, şiddette başvurulurken kullanılan temel bilinçaltı savunma mekanizmalarından biri de farklılığa karşı duyulan hoşgörüsüzlüktür. Bu hoşgörüsüzlüğün şiddete dönüşmesi, kabullenmenin gerçekleşmemesi ile doğrudan ilişkilidir. Bu kabullenme, sosyal kurumların birbirini destekleyen ortak politikaları ile gerçekleştirilebilir. Örneğin, bir sosyal kurum olarak eğitim kurumu, bireylere fırsat eşitliği sağlamaya yönelik bir temaya sahip olmadığında, bunun politikaya yansıması da elbette çeşitlilik şeklinde olmayacaktır.

Ne yazık ki şiddet hadi engelleyelim diye söylenerek ortadan kaldırılabilecek bir olgu değildir. Şiddetin oluşması nasıl bir birikim ve süreçse, kaldırılması da benzer birikim ve süreci gerektirir. Bu süreçte ise, bireyden topluma, en küçük sosyal gruptan devletin kurumlarına kadar herkese ilgilendiren ve yerine getirmesi gereken sorumluklar vardır. İnsanın kendisini sevmesi ile başlaması sanırım uygun bir başlangıç olabilir. Kendini seven ve bağışlayan başkalarını da sevip bağışlayabilir.