- 31 Mart 2012
- 10.869
- 7.479
-
- Konu Sahibi askitotomsu
- #1
Okuyacağınız hikayeyi bize sahabilerin içinde en çok sayıda hadis rivayet etmiş olan İbn-i Abbas anlatmaktadır.
Karanlık soğuk bir geceydi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Halife Hz. Ömer'i görüp konuşmak üzere evden çıktım. Yolumun ortalarına doğru bir karaltı belirdi. Hz. Ömer'di. Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında uyurken koca halifenin yapayalnız sokaklarda dolaşmasını bir sebebe bağlayamıyordum. Hz. Ömer (r.a) işin yoksa beraber yürüyelim dedi. Birlikte gezinirken her evin kapısı önünde bir müddet dikiliyor, içerisini dinliyordu. Sokak sokak Mekke mahallelerini dolaştık.
Bütün mahalleleri kapı kapı dolaşıp şehrin dışına çıktık. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onların da kapıları önünde durup ağlama sızlama var mı diye dinledikten sonra yolun ucundaki bir çadıra sıra geldi. Bu çadırın kapısında da içeriyi dinledik; durumdan ağlayan çocuk sesleri geliyordu.
Epey dinledikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kapıyı vurup selamla birlikte içeriye daldı. Evin içi karmakarışıktı. Durmadan ağlayan çocukların gözleri şişmiş; yüzleri akan yaşların çizgileri ile kararmıştı. Yaşlıca bir kadın ocakta kaynayan tencereyi karıştırıyor hem de halsizlikten dizinin dibine serilen minicik yavruları susturmaya çalışıyordu. Kadın da bitkin görünüyordu. Evine gelenin Halife olduğunu bilmiyordu. Hz. Ömer kendini tanıtmadan kadına sordu:
"Valide bu yavrular niye böyle durmadan ağlıyor?" Kadın içini çekerek kısaca "iki günden beri açtılar da ondan" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.), "peki niye önlerine yemek koymuyorsun?" diye soracak oldu. Durmadan akmaya başlayan gözyaşları arasında bize içini dökmek üzere söze başladı:
"Oğlum" dedi Halife Ömer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık. Soylu bir aileden varlık için büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya, el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle beklemekten başka çaremiz yok."
Hz. Ömer (r.a.) kadın dinlerken bir mum gibi eriyordu, üzgün bir sesle "valide, Müslümanların emirine, Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini kızgınlığa bıraktı. Şu sözleri söyledi:
"Dilerim o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın." Hz. Ömer (r.a.) "Niçin Ömer'e beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?" dedi. Kadın: "Evladım! Ben şu ihtiyar halimle iki gündür gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, Müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra do ona emanetiz. Gelip benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!"
Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak "valide haklısın, doğru söylüyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın kızgınlıkla devam etti:
"Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, Müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Yanında inleyenlere kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor."
Hz. Ömer dayanamadı. Yaşlar damlamaya başladı. Yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim" diyerek kapıya doğruldu. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife, bir un çuvalı seçerek bir yana koydu. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu.
Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlanmaya koyuldu. Hemen yanına sokuldum; "aman ey mü'minlerin emiri!.. Bari müsaade et çuvalı ben sırtıma alayım." Hz Ömer (r.a.) sözümü keserek "hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum! Değil yorgunluktan yere yığılsam, ölsem bile bırak. Bu dünyada yüküne yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilir, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse O'nun cezasını paylaşmayacaktır.
Kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım. Sevgili dostum, Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev çökse vebali Ömer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası çoşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer'i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer'in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü göze göstermez dumanlarında boğulacak olan da Ömer'den başkası değildir.
Nihayet çadıra vardı, nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve kendisi de yere serildi. Kısa bir dinlenmeden sonra doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra yağa sırtında getirdiği çuvaldan un koyarak pişirmeye koyuldu.
Sönen ateşi çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Sonra gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten parlıyordu. Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile içeri girdiği andan beri kadıncağızın şaşkınlıktan ağzından tek kelime çıkmadı.
Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca bir uykudan uyanır gibi toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. "Dilerim ki yüce Allah (c.c.) tez elden seni Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın." Yaşlı kadının söylediği bu sözlere içinden güldüm; yan gözle Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sözler üzerine O da aydınlık bir çehre ile gülüyordu.
Gidelim diye işaret ettikten sonra kadına döndü; "Valideciğim, Sen yarın Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım." dedikten sonra dışarı çıktık, gün ağarmıştı. halife uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı.
Bense uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Çok şeyler görmüş, çok şeyleri öğrenmiştim. Ümit dolu sevinçler içinde Allah Resulü'nün (sav) şu sözlerini hatırladım. "Sahabilerimin her biri tek tek gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz." "Ey yüce Allah Resulü!.. dedim içimden" "senin Halifen Ömer'i gördünde mi söyledin bu altın sözleri!...
O gün kadın, öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi: "Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve "Artık Ömer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" dedi.
Olup bitenleri iyice anlayan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye şöyle dedi; "işte böyle göster adaletini eline bakan bütün Müslümanlara karşı."
KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 143-158
Karanlık soğuk bir geceydi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Halife Hz. Ömer'i görüp konuşmak üzere evden çıktım. Yolumun ortalarına doğru bir karaltı belirdi. Hz. Ömer'di. Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında uyurken koca halifenin yapayalnız sokaklarda dolaşmasını bir sebebe bağlayamıyordum. Hz. Ömer (r.a) işin yoksa beraber yürüyelim dedi. Birlikte gezinirken her evin kapısı önünde bir müddet dikiliyor, içerisini dinliyordu. Sokak sokak Mekke mahallelerini dolaştık.
Bütün mahalleleri kapı kapı dolaşıp şehrin dışına çıktık. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onların da kapıları önünde durup ağlama sızlama var mı diye dinledikten sonra yolun ucundaki bir çadıra sıra geldi. Bu çadırın kapısında da içeriyi dinledik; durumdan ağlayan çocuk sesleri geliyordu.
Epey dinledikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kapıyı vurup selamla birlikte içeriye daldı. Evin içi karmakarışıktı. Durmadan ağlayan çocukların gözleri şişmiş; yüzleri akan yaşların çizgileri ile kararmıştı. Yaşlıca bir kadın ocakta kaynayan tencereyi karıştırıyor hem de halsizlikten dizinin dibine serilen minicik yavruları susturmaya çalışıyordu. Kadın da bitkin görünüyordu. Evine gelenin Halife olduğunu bilmiyordu. Hz. Ömer kendini tanıtmadan kadına sordu:
"Valide bu yavrular niye böyle durmadan ağlıyor?" Kadın içini çekerek kısaca "iki günden beri açtılar da ondan" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.), "peki niye önlerine yemek koymuyorsun?" diye soracak oldu. Durmadan akmaya başlayan gözyaşları arasında bize içini dökmek üzere söze başladı:
"Oğlum" dedi Halife Ömer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık. Soylu bir aileden varlık için büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya, el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle beklemekten başka çaremiz yok."
Hz. Ömer (r.a.) kadın dinlerken bir mum gibi eriyordu, üzgün bir sesle "valide, Müslümanların emirine, Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini kızgınlığa bıraktı. Şu sözleri söyledi:
"Dilerim o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın." Hz. Ömer (r.a.) "Niçin Ömer'e beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?" dedi. Kadın: "Evladım! Ben şu ihtiyar halimle iki gündür gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, Müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra do ona emanetiz. Gelip benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!"
Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak "valide haklısın, doğru söylüyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın kızgınlıkla devam etti:
"Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, Müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Yanında inleyenlere kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor."
Hz. Ömer dayanamadı. Yaşlar damlamaya başladı. Yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim" diyerek kapıya doğruldu. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife, bir un çuvalı seçerek bir yana koydu. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu.
Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlanmaya koyuldu. Hemen yanına sokuldum; "aman ey mü'minlerin emiri!.. Bari müsaade et çuvalı ben sırtıma alayım." Hz Ömer (r.a.) sözümü keserek "hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum! Değil yorgunluktan yere yığılsam, ölsem bile bırak. Bu dünyada yüküne yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilir, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse O'nun cezasını paylaşmayacaktır.
Kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım. Sevgili dostum, Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev çökse vebali Ömer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası çoşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer'i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer'in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü göze göstermez dumanlarında boğulacak olan da Ömer'den başkası değildir.
Nihayet çadıra vardı, nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve kendisi de yere serildi. Kısa bir dinlenmeden sonra doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra yağa sırtında getirdiği çuvaldan un koyarak pişirmeye koyuldu.
Sönen ateşi çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Sonra gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten parlıyordu. Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile içeri girdiği andan beri kadıncağızın şaşkınlıktan ağzından tek kelime çıkmadı.
Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca bir uykudan uyanır gibi toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. "Dilerim ki yüce Allah (c.c.) tez elden seni Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın." Yaşlı kadının söylediği bu sözlere içinden güldüm; yan gözle Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sözler üzerine O da aydınlık bir çehre ile gülüyordu.
Gidelim diye işaret ettikten sonra kadına döndü; "Valideciğim, Sen yarın Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım." dedikten sonra dışarı çıktık, gün ağarmıştı. halife uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı.
Bense uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Çok şeyler görmüş, çok şeyleri öğrenmiştim. Ümit dolu sevinçler içinde Allah Resulü'nün (sav) şu sözlerini hatırladım. "Sahabilerimin her biri tek tek gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz." "Ey yüce Allah Resulü!.. dedim içimden" "senin Halifen Ömer'i gördünde mi söyledin bu altın sözleri!...
O gün kadın, öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi: "Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve "Artık Ömer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" dedi.
Olup bitenleri iyice anlayan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye şöyle dedi; "işte böyle göster adaletini eline bakan bütün Müslümanlara karşı."
KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 143-158
Son düzenleme: