- 12 Temmuz 2006
- 826
- 7
- Konu Sahibi BarbunyaPilaki
- #1
Gandhi bir seferinde Hindistan’da trene binerken basamaklarda tökezledi ve sağ ayağındaki sandalet aşağıya düştü. Tam o anda tren hareket etmeye başladı, inip sandaletin düşen tekini almanın imkânı yoktu.
Bu durumda Gandhi herkesin gözü önünde sandaletinin sol ayağında kalan tekini çıkarıp pencereden aşağıya attı.
“Bunu neden yaptınız?” diye sordu İngiliz bir subay.
“Tek bir sandalet hiçbir işe yaramaz” dedi Gandhi, “Ne bana ne de trenden düşen tekini bulana bir faydası olur. Bu şekilde en azından bir kişinin elinde bir çift sandalet olacak.”
Rio’da bir markette
Copacabana Kilisesi’nden bir papaz süpermarkette et almak için girdiği sırada sabırla bekliyordu ki, bir kadın sıranın önüne geçmek için atıldı.
Kadının bu hareketi diğer müşterilerin koro halinde giriştiği sözlü saldırılarla eleştirildi ancak kadın da onlara aynı hiddetle cevap verdi.
Ortamdaki atmosfer dayanılmaz bir hal alınca birdenbire birisi bağırdı:
“Hey, bayan, Tanrı seni seviyor!”
“İnanılmazdı” diye anlatıyor olayı papaz. “Herkesin nefret dolu olduğu bir anda birisi sevgiden bahsetmişti. Ve hemen o anda, orada, sanki sihirli bir değnek değmiş gibi öfke birden yok oluverdi. Kadın sıranın arkasına, durması gereken yere geçti ve diğer müşteriler bu kadar agresif davrandıkları için özür dilediler.”
Asla geç değildir
Joyce vahşi doğa üzerine uzmanlaşmış Avustralyalı bir fotoğrafçı.
“60 yaşıma bastığımda benim için hayatın artık sona erdiğini düşünmüştüm” diye anlatıyor. “Çocuklarım artık büyümüştü ve torunlarım için de büyükanne olarak artık önemimi kaybetmiştim. Bir gün oğluma Avustralya’nın çöllerine yapacağı bir gezide eşlik etmeye karar verdim. Birlikte kamp kurduk ve çevrede hiç kimse, yapacak başka hiçbir şey olmadığından hayatımda ilk kez sarhoş olmaya karar verdim. İkinci kadehten sonra elime video kamerayı alıp etrafı filme çekmeye başladım. Gökyüzünü, çadırı ve içimden gelen her şeyi çektim. Ama o kadar sarhoş olmuştum ki sonunda elimde kamerayla birlikte yere düştüm. Birkaç dakika orada öylece yattım ve o sırada hemen yanıbaşımda uzun bir çizgi halinde yürümekte olan karıncaları fark ettim. Öyle yakınımdaydılar ki ayak seslerini bile duyabilirdim; sanki o karıncalar şimdiye kadar hiç farkına varmadığım bir dünyadan gelmiş gibiydiler. Karıncaları filme çekmeye başladım ve işte o zaman yapmam gereken mesleği keşfettim.”
Joyce bundan birkaç yıl önce bana bu hikâyeyi anlattığında 71 yaşındaydı.
Konuşmak mı yapmak mı?
Doktor ve filozof Albert Schweitzer (1875-1965), 1913 yılında Afrika’ya gitti ve o zaman bir karar aldı: Hayatının geri kalanını Gabon kabilesiyle çalışmaya adayacaktı. Afrika’ya gidişinden bir yıl sonra I. Dünya Savaşı patlak verdi ve barışçı hareketin temsilcileri onu aramaya başladı; ondan Avrupa’ya dönüp savaşla mücadelelerinde kendilerine destek olmasını istiyorlardı.
“Yardım etmek için elimden gelen her şeyi zaten yapıyorum” diye cevap verdi onlara Schweitzer; “Ben burada sefaletle savaşıyorum.”
“Peki ya insanlık” diye sordu temsilciler kurulu.
“İnsanlık bu işte” diye cevapladı Schweitzer, hastalarını göstererek: “İşte benim elimden gelen bu ve bu yaptığım barış üzerine yapılan tüm konuşmalardan çok daha büyük bir anlam taşıyor. Birkaç kişinin acısını hafifletmeyi başarırsam bütün insan ırkı kendini daha iyi hissedecektir
Bu durumda Gandhi herkesin gözü önünde sandaletinin sol ayağında kalan tekini çıkarıp pencereden aşağıya attı.
“Bunu neden yaptınız?” diye sordu İngiliz bir subay.
“Tek bir sandalet hiçbir işe yaramaz” dedi Gandhi, “Ne bana ne de trenden düşen tekini bulana bir faydası olur. Bu şekilde en azından bir kişinin elinde bir çift sandalet olacak.”
Rio’da bir markette
Copacabana Kilisesi’nden bir papaz süpermarkette et almak için girdiği sırada sabırla bekliyordu ki, bir kadın sıranın önüne geçmek için atıldı.
Kadının bu hareketi diğer müşterilerin koro halinde giriştiği sözlü saldırılarla eleştirildi ancak kadın da onlara aynı hiddetle cevap verdi.
Ortamdaki atmosfer dayanılmaz bir hal alınca birdenbire birisi bağırdı:
“Hey, bayan, Tanrı seni seviyor!”
“İnanılmazdı” diye anlatıyor olayı papaz. “Herkesin nefret dolu olduğu bir anda birisi sevgiden bahsetmişti. Ve hemen o anda, orada, sanki sihirli bir değnek değmiş gibi öfke birden yok oluverdi. Kadın sıranın arkasına, durması gereken yere geçti ve diğer müşteriler bu kadar agresif davrandıkları için özür dilediler.”
Asla geç değildir
Joyce vahşi doğa üzerine uzmanlaşmış Avustralyalı bir fotoğrafçı.
“60 yaşıma bastığımda benim için hayatın artık sona erdiğini düşünmüştüm” diye anlatıyor. “Çocuklarım artık büyümüştü ve torunlarım için de büyükanne olarak artık önemimi kaybetmiştim. Bir gün oğluma Avustralya’nın çöllerine yapacağı bir gezide eşlik etmeye karar verdim. Birlikte kamp kurduk ve çevrede hiç kimse, yapacak başka hiçbir şey olmadığından hayatımda ilk kez sarhoş olmaya karar verdim. İkinci kadehten sonra elime video kamerayı alıp etrafı filme çekmeye başladım. Gökyüzünü, çadırı ve içimden gelen her şeyi çektim. Ama o kadar sarhoş olmuştum ki sonunda elimde kamerayla birlikte yere düştüm. Birkaç dakika orada öylece yattım ve o sırada hemen yanıbaşımda uzun bir çizgi halinde yürümekte olan karıncaları fark ettim. Öyle yakınımdaydılar ki ayak seslerini bile duyabilirdim; sanki o karıncalar şimdiye kadar hiç farkına varmadığım bir dünyadan gelmiş gibiydiler. Karıncaları filme çekmeye başladım ve işte o zaman yapmam gereken mesleği keşfettim.”
Joyce bundan birkaç yıl önce bana bu hikâyeyi anlattığında 71 yaşındaydı.
Konuşmak mı yapmak mı?
Doktor ve filozof Albert Schweitzer (1875-1965), 1913 yılında Afrika’ya gitti ve o zaman bir karar aldı: Hayatının geri kalanını Gabon kabilesiyle çalışmaya adayacaktı. Afrika’ya gidişinden bir yıl sonra I. Dünya Savaşı patlak verdi ve barışçı hareketin temsilcileri onu aramaya başladı; ondan Avrupa’ya dönüp savaşla mücadelelerinde kendilerine destek olmasını istiyorlardı.
“Yardım etmek için elimden gelen her şeyi zaten yapıyorum” diye cevap verdi onlara Schweitzer; “Ben burada sefaletle savaşıyorum.”
“Peki ya insanlık” diye sordu temsilciler kurulu.
“İnsanlık bu işte” diye cevapladı Schweitzer, hastalarını göstererek: “İşte benim elimden gelen bu ve bu yaptığım barış üzerine yapılan tüm konuşmalardan çok daha büyük bir anlam taşıyor. Birkaç kişinin acısını hafifletmeyi başarırsam bütün insan ırkı kendini daha iyi hissedecektir