Vücut bilumum kimyasal maddeden oluşan bir çeşit makina. Biraz su, biraz demir, biraz kalsiyum, biraz şu, biraz bu. Bütün bu kimyasal maddeleri dükkandan alsanız beş Yeni Türk Lirası etmez. Ama insan formunda, yaşayan, nefes alan, düşünen bir yaratık haline geldiğinde başına fiyat biçmek zor.
İnsan vücudunun değerini fiyatlandırmak zorunluluğu bazen hukuğun sorumluluğu oluyor. İşçi parmağını makinaya kaptırıyor, işverenini dava ediyor. Hukuk soruyor: hangi parmak? Her parmak birbirine eş değil ki! Baş parmağın görevini serçe parmak yapabilir mi? Her parmağın fiyatı da ona göre. Şöyle açın avucunuzu, bakın parmaklarınıza. İlla birini feda edeceksin deseler hangisini verirdiniz? Benim en olmadık parmağımın en olmadık yeri kesilince, o parmağı sarınca anlarım ne çok kullandığımı. O parmağın köşesinin ucu ne de önemliymiş derim. Meğer o kısım çalışmadan diş fırçalamak ne zormuş! Her bir parmağım pek değerli bana. Ama benim kadar değerli mi? Ben dediğim şeyin sınırı nerede? Ne kadarımı kaybetsem yine de ben varım derim? Yüzüm yansa, burnum gözüme karışsa sokağa çıkamaz mıyım? Ama neden? Ben kendime benim de, başkasına benim bildiğim ben değilim belki. Başkasının beni ben gördüğü, benim “ben”imden daha mi önemli? Ben ancak başkasının beni onaylamasıyla mı varım?
Zor sorular bunlar.
Hazır zor sorulara başlamışken, daha da zor sorular sorayım ben. Diyelim bir odada kötü insanlardan saklanmak zorundasınız. Bütün aile ve hatta konu komşu ve dostlarla sığındınız. Çocuklar da var. Kucağınızda bebeğiniz, korkudan tir tir titreyerek bekliyorsunuz tehlikenin geçmesini. Yakalanırsanız hepinizin öldürüleceği kesin Bebeğiniz ağlamaya başladı. Ağzını kapadınız elinizle. Ama bebeğin sesi yüksek. Ne yapardınız? Çocuğunuzu boğar mıydınız? O kadar insanı kurtarmak adına kurban eder miydiniz çocuğunuzu? Bir hayat bazen on hayattan değerli mi? Değeri kim biçiyor? Ya ağlayan çocuk komşunun çocuğu olsa? Annesinin kurban etmesini bekler miydiniz? Birimiz hepimiz için ama acaba hepimiz birimiz için mi?
Sofi’nin Seçimi adında bir film vardı. Yahudiler kamplara götürülürken, bir kadın iki çocuğundan birini seçmek zorunda bırakılıyor. O seçim ve kampta tek çocuğunu hayatta tutmak için yaptığı seçimler hayatı boyunca peşini bırakmıyor Sofi’nin. Siz olsanız?
Dedim ya, zor sorular bunlar. Cevabınızı itiraf edemeyebilirsiniz başkasına. Ama kendinize itiraflarda bulunmak iyi şey. Elinize lamba alıp ruhun derinliklerine girmek gibi birşey. Kenara kaçışan böceklerin arasından kendinizi görüp tanımak, kabullenmek, lazımsa düzeltmek adına iyi birşey. Bahar temizliği gibi birşey.
Yakında bahar gelecek. Çiçekler açacak, kuşlar cıvıldayacak. Evimizi karıncalar basacak. Şöyle bir parmağımızla ezeceğiz karıncayı. Başı bir yere, bacağı bir yere gidecek. Öldüreceğiz çaresiz. Çünkü evimizi kimselerle paylaşmamayı öğretiyor içgüdümüz. Acaba karıncaları öldürmeden kurtulmanın bir yolu var mı? Yoksa onların hayatları, üstünde düşünülmeye değmeyecek kadar ucuz mu?
Çocuklarımız parklarda güvercin kovalayacak. Onların hareketliliğiyle gurur duyacağız, kahkahalarıyla neşeleneceğiz. Güvercinin yaşadığı paniği göremeyeceğiz tabii. Bir de çocuğumuzun güvercin kovalamakla nasırlanan kalbini göremeyeceğiz. Güvercin peşinde koşarken başka hayata saygı duyma hislerinin zedelendiğini bilemeyeceğiz. Siz de bunları okurken benim çocuğum için ne denli bencilce düşündüğümü göremeyebilirsiniz. Amma güvercin meraklısıymış diyebilirsiniz. Güvercinin hislerinden çok, çocuğumun hisleri onemli benim için. Zarif olsun, düşünceli olsun, acıma duyguları olsun, hayatın değerine saygı duysun. Bu bahar çocuğumun güvercin kovalamasına izin vermeyeceğim ben. Güvercin bahane, oğlumun kovalamasını istemediğim şey kendi insaniyeti aslında. Yoksa güvercinin canı ne ki? Olsa olsa on Lira’ya alırsınız bir dükkandan.
Alıntıdır
İnsan vücudunun değerini fiyatlandırmak zorunluluğu bazen hukuğun sorumluluğu oluyor. İşçi parmağını makinaya kaptırıyor, işverenini dava ediyor. Hukuk soruyor: hangi parmak? Her parmak birbirine eş değil ki! Baş parmağın görevini serçe parmak yapabilir mi? Her parmağın fiyatı da ona göre. Şöyle açın avucunuzu, bakın parmaklarınıza. İlla birini feda edeceksin deseler hangisini verirdiniz? Benim en olmadık parmağımın en olmadık yeri kesilince, o parmağı sarınca anlarım ne çok kullandığımı. O parmağın köşesinin ucu ne de önemliymiş derim. Meğer o kısım çalışmadan diş fırçalamak ne zormuş! Her bir parmağım pek değerli bana. Ama benim kadar değerli mi? Ben dediğim şeyin sınırı nerede? Ne kadarımı kaybetsem yine de ben varım derim? Yüzüm yansa, burnum gözüme karışsa sokağa çıkamaz mıyım? Ama neden? Ben kendime benim de, başkasına benim bildiğim ben değilim belki. Başkasının beni ben gördüğü, benim “ben”imden daha mi önemli? Ben ancak başkasının beni onaylamasıyla mı varım?
Zor sorular bunlar.
Hazır zor sorulara başlamışken, daha da zor sorular sorayım ben. Diyelim bir odada kötü insanlardan saklanmak zorundasınız. Bütün aile ve hatta konu komşu ve dostlarla sığındınız. Çocuklar da var. Kucağınızda bebeğiniz, korkudan tir tir titreyerek bekliyorsunuz tehlikenin geçmesini. Yakalanırsanız hepinizin öldürüleceği kesin Bebeğiniz ağlamaya başladı. Ağzını kapadınız elinizle. Ama bebeğin sesi yüksek. Ne yapardınız? Çocuğunuzu boğar mıydınız? O kadar insanı kurtarmak adına kurban eder miydiniz çocuğunuzu? Bir hayat bazen on hayattan değerli mi? Değeri kim biçiyor? Ya ağlayan çocuk komşunun çocuğu olsa? Annesinin kurban etmesini bekler miydiniz? Birimiz hepimiz için ama acaba hepimiz birimiz için mi?
Sofi’nin Seçimi adında bir film vardı. Yahudiler kamplara götürülürken, bir kadın iki çocuğundan birini seçmek zorunda bırakılıyor. O seçim ve kampta tek çocuğunu hayatta tutmak için yaptığı seçimler hayatı boyunca peşini bırakmıyor Sofi’nin. Siz olsanız?
Dedim ya, zor sorular bunlar. Cevabınızı itiraf edemeyebilirsiniz başkasına. Ama kendinize itiraflarda bulunmak iyi şey. Elinize lamba alıp ruhun derinliklerine girmek gibi birşey. Kenara kaçışan böceklerin arasından kendinizi görüp tanımak, kabullenmek, lazımsa düzeltmek adına iyi birşey. Bahar temizliği gibi birşey.
Yakında bahar gelecek. Çiçekler açacak, kuşlar cıvıldayacak. Evimizi karıncalar basacak. Şöyle bir parmağımızla ezeceğiz karıncayı. Başı bir yere, bacağı bir yere gidecek. Öldüreceğiz çaresiz. Çünkü evimizi kimselerle paylaşmamayı öğretiyor içgüdümüz. Acaba karıncaları öldürmeden kurtulmanın bir yolu var mı? Yoksa onların hayatları, üstünde düşünülmeye değmeyecek kadar ucuz mu?
Çocuklarımız parklarda güvercin kovalayacak. Onların hareketliliğiyle gurur duyacağız, kahkahalarıyla neşeleneceğiz. Güvercinin yaşadığı paniği göremeyeceğiz tabii. Bir de çocuğumuzun güvercin kovalamakla nasırlanan kalbini göremeyeceğiz. Güvercin peşinde koşarken başka hayata saygı duyma hislerinin zedelendiğini bilemeyeceğiz. Siz de bunları okurken benim çocuğum için ne denli bencilce düşündüğümü göremeyebilirsiniz. Amma güvercin meraklısıymış diyebilirsiniz. Güvercinin hislerinden çok, çocuğumun hisleri onemli benim için. Zarif olsun, düşünceli olsun, acıma duyguları olsun, hayatın değerine saygı duysun. Bu bahar çocuğumun güvercin kovalamasına izin vermeyeceğim ben. Güvercin bahane, oğlumun kovalamasını istemediğim şey kendi insaniyeti aslında. Yoksa güvercinin canı ne ki? Olsa olsa on Lira’ya alırsınız bir dükkandan.
Alıntıdır