C
caelia
Ziyaretçi
- Konu Sahibi caelia
- #1
Sonunda zamanı geldi; artık bir evliliğin sonunu yazabilirim. Kıssadan bir değil üç hissem de var üstelik. Arkanı hep kolla, düşersen tutun ve tutunamıyorsan dayan. Daha ne olsun?
Kaderinizin bağlandığı kişiler vardır; ilk gördüğünüzde farkına varmasanız bile hissedersiniz. 'Daima' işte böyle birisiydi; 21 yaşında masum ve samimi. Ankara'nın en güzel kızı. Su yeşili kocaman gözleri, sarı saçları ve inanılmaz gülüşüyle bütün hayatıma ipotek koyacağını bilseydim yapardım bilmiyorum. Herhalde her şey olacağına varırdı.
Geriye dönüp baktığımda iki insan arasındaki duygusal ilişkinin bir menekşe ile ona bakan arasındaki ilişkiden pek de farklı olmadığını anlıyorum. İşin sırrı dikkat ve özende. Yalnızca aşk yetmiyor kısacası.
Beni gözüne kestirmişti. Ukala, parlak ve kendinden emindim. İyi bir başlangıç yani. Gözyaşı döktü, yüreğini açtı ve beni sonsuza dek kendine bağladı. Nereden bilebilirdim. Hayat böyleydi.
Nişanlıydım. Uzun süredir beni bekleyen biri vardı. Ama sevda(!)ağır bastı. Sattım.
Okulu bitti. Sonra biraz benim ısrarım, biraz onun 'her şey düzelir' umuduyla evlendik. Evlendim. Delice çalışıyordum, gece gündüz. Tek derdim kendimi ispatlamak, 'Ömer yapar mı yapar, arkadaş' dedirtmekti. O evde bekliyordu. Arabayı kullanıyor ve benimle hayatı paylaşmaya çalışıyordu. Mutluydu. Öyle sandım.
Dediğimi yaptım. Çok kısa bir süre içinde geleceğimi fethettiğimi düşündüm. Zirvedeydim. Öyle olmadığını anlamam kısa sürdü. Hayat, birkaç kez yenilmeden hiçbir şeyin fethedilemeyeceğini bana gösterdi. Anladım. Çok ağladım.
Hayat bana bu gerçeği birkaç derste öğretti. İlk ders ayağımın altından zemini çekmekti; işteydim. Akşam üzeri son verileri kolluyordum. Aradı ve 'konuşmalıyız' dedi. Bekliyordum ama bu kadar kararlı olduğunu değil. Düşmüştüm.
Bir süredir işe başlamış ve hırsla çalışıyordu. O kadar güzel ve o kadar bağlayıcıydı ki işyerinde herkes onu konuşuyordu. Nefret edeni çoktu; tıpkı göz koyanı çok olduğu gibi.
İşten geç çıkıyor, geç çıkıyordum. Umurumda değildi. Benimdi öyle sanıyordum. Halbuki yalnızca Tanrı nerede öleceğimizi biliyordu, ben bilmiyordum. Öğrendim.
Bir süre ayrılmak istediğini söyledi. Kafama sıksa daha iyiydi. Anlamadım. Anlattı; hiçbir şeyi paylaşmadığımızı, onu dikkate almadığımı, sevgisinin tükendiğini söyledi. Sevgisi nasıl tükenirdi? Sevgi tükenirdi. Menekşem susuzluktan kurumuş, küçük saksısında ölmüştü. Ben kurumuş köklere su dökeceğimi söylüyordum. Kimse dinlemedi.
Bir kış günü beni aradı. Eşyalarını aldığını söyledi. Evden, evimizden. Ağzıma geleni söyledim. Sonra geç vakit, ayazda eve geldim. 17 Ağustos depreminin vurduğu Gölcükte, Donanma caddesi gibi umutsuz bir aşkın yıkıntıları arasında buldum kendimi. Evliliğimden kurtaracak hiçbir şey kalmamıştı. Hayat bana ikinci dersini verdi; terk edildim. Yataksız ve aşksız bir evde, mum ışığında uyudum. Kendi aldığı ışıkları götürmüştü. Bilmediği hayatımı da karanlıkta bıraktığıydı. Alışmaya çalıştım.
Onu en son gördüğümde bilmem kaçıncı asliye hukuk mahkemesinin salonundaydık. Benim yanımda bir kez daha 'evet' dedi ama bu kez ebediyen ayrılmak için. Boşandık. Çanakkale savaşlarının bilmem kaçıncı yıl dönümünün hemen sonrasındaydı. Anzakları nedense hiç sevemedim.
Yıllar geçti. 'Daima' yaşıyor mu bilmiyorum. Önce sesi silindi hafızamdan sonra yüzü. Adını anmadım hiç. Birini sevmiş miydi, bir kızı oldu mu bilmem. Bildiğim bir şey var yalnızca; Ne aşk yetiyordu tek başına ne maşuk yetiyordu aşkına. Menekşeye dikkat etmeliydi. Güneş görsün ama kavrulmasın. Haftada bir su vermeli ama asla suya boğmamalı. Ve iş dönüşü, açılır ya evin kapısı öyle bir sarılmalı ki insan sevdiğine menekşe bile kıskansın saksısından 'neden Tanrım çiçek oldum' diye. İşte hepsi bu. Üçüncü dersi hayatın dayanmaktı.
Dayandım.
Kaderinizin bağlandığı kişiler vardır; ilk gördüğünüzde farkına varmasanız bile hissedersiniz. 'Daima' işte böyle birisiydi; 21 yaşında masum ve samimi. Ankara'nın en güzel kızı. Su yeşili kocaman gözleri, sarı saçları ve inanılmaz gülüşüyle bütün hayatıma ipotek koyacağını bilseydim yapardım bilmiyorum. Herhalde her şey olacağına varırdı.
Geriye dönüp baktığımda iki insan arasındaki duygusal ilişkinin bir menekşe ile ona bakan arasındaki ilişkiden pek de farklı olmadığını anlıyorum. İşin sırrı dikkat ve özende. Yalnızca aşk yetmiyor kısacası.
Beni gözüne kestirmişti. Ukala, parlak ve kendinden emindim. İyi bir başlangıç yani. Gözyaşı döktü, yüreğini açtı ve beni sonsuza dek kendine bağladı. Nereden bilebilirdim. Hayat böyleydi.
Nişanlıydım. Uzun süredir beni bekleyen biri vardı. Ama sevda(!)ağır bastı. Sattım.
Okulu bitti. Sonra biraz benim ısrarım, biraz onun 'her şey düzelir' umuduyla evlendik. Evlendim. Delice çalışıyordum, gece gündüz. Tek derdim kendimi ispatlamak, 'Ömer yapar mı yapar, arkadaş' dedirtmekti. O evde bekliyordu. Arabayı kullanıyor ve benimle hayatı paylaşmaya çalışıyordu. Mutluydu. Öyle sandım.
Dediğimi yaptım. Çok kısa bir süre içinde geleceğimi fethettiğimi düşündüm. Zirvedeydim. Öyle olmadığını anlamam kısa sürdü. Hayat, birkaç kez yenilmeden hiçbir şeyin fethedilemeyeceğini bana gösterdi. Anladım. Çok ağladım.
Hayat bana bu gerçeği birkaç derste öğretti. İlk ders ayağımın altından zemini çekmekti; işteydim. Akşam üzeri son verileri kolluyordum. Aradı ve 'konuşmalıyız' dedi. Bekliyordum ama bu kadar kararlı olduğunu değil. Düşmüştüm.
Bir süredir işe başlamış ve hırsla çalışıyordu. O kadar güzel ve o kadar bağlayıcıydı ki işyerinde herkes onu konuşuyordu. Nefret edeni çoktu; tıpkı göz koyanı çok olduğu gibi.
İşten geç çıkıyor, geç çıkıyordum. Umurumda değildi. Benimdi öyle sanıyordum. Halbuki yalnızca Tanrı nerede öleceğimizi biliyordu, ben bilmiyordum. Öğrendim.
Bir süre ayrılmak istediğini söyledi. Kafama sıksa daha iyiydi. Anlamadım. Anlattı; hiçbir şeyi paylaşmadığımızı, onu dikkate almadığımı, sevgisinin tükendiğini söyledi. Sevgisi nasıl tükenirdi? Sevgi tükenirdi. Menekşem susuzluktan kurumuş, küçük saksısında ölmüştü. Ben kurumuş köklere su dökeceğimi söylüyordum. Kimse dinlemedi.
Bir kış günü beni aradı. Eşyalarını aldığını söyledi. Evden, evimizden. Ağzıma geleni söyledim. Sonra geç vakit, ayazda eve geldim. 17 Ağustos depreminin vurduğu Gölcükte, Donanma caddesi gibi umutsuz bir aşkın yıkıntıları arasında buldum kendimi. Evliliğimden kurtaracak hiçbir şey kalmamıştı. Hayat bana ikinci dersini verdi; terk edildim. Yataksız ve aşksız bir evde, mum ışığında uyudum. Kendi aldığı ışıkları götürmüştü. Bilmediği hayatımı da karanlıkta bıraktığıydı. Alışmaya çalıştım.
Onu en son gördüğümde bilmem kaçıncı asliye hukuk mahkemesinin salonundaydık. Benim yanımda bir kez daha 'evet' dedi ama bu kez ebediyen ayrılmak için. Boşandık. Çanakkale savaşlarının bilmem kaçıncı yıl dönümünün hemen sonrasındaydı. Anzakları nedense hiç sevemedim.
Yıllar geçti. 'Daima' yaşıyor mu bilmiyorum. Önce sesi silindi hafızamdan sonra yüzü. Adını anmadım hiç. Birini sevmiş miydi, bir kızı oldu mu bilmem. Bildiğim bir şey var yalnızca; Ne aşk yetiyordu tek başına ne maşuk yetiyordu aşkına. Menekşeye dikkat etmeliydi. Güneş görsün ama kavrulmasın. Haftada bir su vermeli ama asla suya boğmamalı. Ve iş dönüşü, açılır ya evin kapısı öyle bir sarılmalı ki insan sevdiğine menekşe bile kıskansın saksısından 'neden Tanrım çiçek oldum' diye. İşte hepsi bu. Üçüncü dersi hayatın dayanmaktı.
Dayandım.