En de Tura Bir Ki Üç

realist

Nirvana
Kayıtlı Üye
3 Aralık 2006
3.073
132
63
En de Tura Bir Ki Üç

Şimdilerde şairin tabiri ile yolun yarısına gelmiş olan nesil, çocukluğunu ya da ilk ergenlik yıllarını 1982, yani Özal öncesi yaşamış kişiler.

30 ile 40 yaşları arasındaki Türk insanı üzerinde, yaşadıkları dönemin çok büyük etkisi olmuştur. Onca olumsuzluğa, onca yokluğa rağmen o yıllara karşı müthiş bir özlem taşır içinde. Özlem, çocukluk ya da gençliğe midir yoksa o yılların masumiyeti ve saflığına mıdır bilinmez.

Yıl ya 78 ya da 79. Erkek kardeşim bir- iki yaşında, ben ilkokuldayım. Evimizin karşısındaki müstakil evde üniversiteli gençler yaşıyordu ve ev arada sırada silahlı kişiler tarafından basılıyordu. Biz, kaza kurşununa hedef olmamak için ailecek yerde yatıyorduk.

Polis evlerde olur olmaz aramalar yapıyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayınları divandaki iki yatağın arasına saklıyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarına yazılan yazıları boyuyorduk.

Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hâlâ hiçbir şeyde bulamıyorum.

Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa’dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hâlâ gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO’larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuz taş, misket, kukalı saklambaç, hele o “en de tura bir iki üç güzellik”, unutulur gibi değildi. İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı.

Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. “Sokağa Çıkmak” diye bir deyim vardı. Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adı Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana “Yarın seni de bindireceğim” diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte.

Diyarbakır’lı Kürt bir Karpuzcumuz vardı. Salı Cuma karpuz , kavun getirirdi kamyonla. ”Kavun ye bal ye” diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu.

Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler –ki kalemtraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası önü kalem açma kuyruklarını unutan var mı?-, plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe geçen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kabusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.

Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı.

O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor. Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları. Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabugu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar.

O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkana rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçutmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar. Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü.

Kağıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kağıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor.

Hiç dut sirkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine.

Mutlular mı?

Umarım öyleler.

Peki çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacalar mı?

Umarım...

Yonca Güneş Erensoy
 
Her çocuğun mutlaka anılarında güzellikler var yeterki ailesiyle beraber büyümüş, yaşamış olsun.
 
Yazinin icinde kaybolarak okudum Realist sagol bana cok sey hatirlattin..
Simdiki cocuklara gelince bizler kadar mutlularmi ? bilemiyorum.
Ama doyumsuz olduklarini biliyorum..Ve hic bir seyle yetinmeyip hep daha fazlasini istemek..Bizimde hatamiz bizim olmadi cocuklarimizin olsun...
 
harika bir yazi iyiki bizimle paylastin..okudukca cocuklugumu gordum,okudukca cocuklarimizi gordum..umarim cocuklarimizda ilerde kendi cocukluklarina ozlem duyabilirler..
 
Yazan ben değilim canım.Alıntı bir yazı.Çok güzel olduğu için sizinle paylaşmak istedim.Ve diğer yazılarını da okumanızı isterim.Ama bunun için kendisinden izin istedim.Bakalım izin çıkacak mı yoksa kendisi mi yazacak.Ben ikinci seçenekten yanayım.
 
ellerine sağlık çok çok hoş bir yazı olmuş.... mest oldum yani... bizler ucundan da olsa yakalamışız bişileri torunlarımıza anlatacağımız güzel şeyler var... bakkal niyetlerini, elvan gazozlarını anlatabilicesss.......:)
 
Çok güzel bir yazıydı.çocukluğumu hatırladım.Çok teşekkurler.Yokluk,yoksulluk vardı.ama ınsanlar onurlu ve gururluydular.O yıllarda hiçbir aile hele hele şehır terbiyesiyle yoğrulmuş aileler erzak yardımı,evın kapısında başbakanlık muhrü olan kömur yardımı,ev kıralarının,elektrık,su faturalarının başkaları tarafından karşılandığı bir hayatı kabul etmiycek kadar kişilikli ailelerdi.BUDA ÇOK BÜYÜK BIR ÖZLEM OLMALI.Böyle insanlar okadar azaldıki.
 
birden aklıma anneannemin asla yaslanamadığım bembeyaz roşelya çarşafları geldi...hep bembeyazdı o pirinç karyolası ve ben asla yaslanamazdım...bir kere unuttum yaslanacak oldum "aaa olmaz kızım yaslanılmaz ben nasıl düzelttim bak onu tertemiz" dedi...benden sonraki torunlarıysa o yatağın üzerinde zıplayarak büyüdüler...sebep;" anne söyleme öyle çocukların psikolojisi bozuluyo ne var oynasınlar ben düzeltirim"...oysa benim psikolojim hiç bozulmadı, hep hatırladım o yatağı hep sevdim hep çocukluğumu hatırlattı bana...ve o roşelya takım şimdi beni çeyizimin en kıymetli parçası...bakmaya doyamıyorum...ayy çok duygulandım yaa...canım emeğine sağlık...ve anneannecimm sen çok yaşa e mi...Allahım senin acını bana göstermesin...
 
X