• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Duygusal Hikayeler-Tavuk Suyuna Çorba 2

  • Konu Sahibi Konu Sahibi kraker kız
  • Başlangıç Tarihi Başlangıç Tarihi
K

kraker kız

Ziyaretçi
SATILIK KÖPEK YAVRULARI

‘’Satılık Köpek Yavruları’’ ilanının altında küçücük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkan sahibine sordu; ‘’Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?’’
Dükkan sahibi ‘’30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları’’ dedi..

‘’Benim 2 dolar 97 sentim var’’ dedi çocuk..’’Bir bakabilirmiyim yavrulara?’’

Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulubesinden 5 tane yumak halinde yavru çıktı..Yavrulardan biri arkadan geliyordu..Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:’’Bunun nesi var?’’Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı.Küçük çocuk heyecanlanmıştı.’’Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.’’
Dükkan sahibi,’’Hayır, o yavruyu satın alman gerekmiyor.Eğer gerçekten istiyorsan,o yavruyu sana bedava veririm.’’

Küçük çocuk birden sinirleniverdi.Dükkan sahibinin gözlerinin içne dik dik bakarak,’’Onu bana vermenizi istemiyorum.O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim.Aslında size şimdi 2 dolar 37 sent vereceğim ve geri kalan borcumu da her ay 50 sent ödeyerek tamamlayacağım.’’

Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı.’’Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum.Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup,zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.’’

Bunun üzerine küçük çocuk eğildi,pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasının desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip,tatlı bir sesle,’’Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var’’dedi…


''CD''

19-20 yaşlarında bir delikanlı amansız bir hastalığa yakalanmış. Doktorlar birkaç ay içinde öleceğini söylemişler. Bu haber üzerine delikanlı kendini hayattan soyutlayıp, amaçsızca dolaşmaya başlamış. Bir gün, kaset, CD, kitap satan bir mağazaya girmiş. Rafların arasında bakınırken, bir kenarda duran tezgahtar kızı görmüş ve ondan çok hoşlanmış. Hatta, orada daha uzun kalmak ve kızla konuşabilmek için bir CD almış.


Aralarındaki muhabbet sadece alışveriş için olsa da, bu, oğlanı çok mutlu etmiş. Ertesi gün tekrar aynı yere gidip bir CD daha almış. Bu vesileyle kızla yine sohbet etmiş. Artık her gün mağazaya uğrayıp, sırf kızla birkaç kelime edebilmek için CD alıp duruyormuş. Derdi müzik değil, kızla konuşmakmış ya, bu yüzden her seferinde kıza, "Ne önerirsiniz?" diye sorup, onun söylediği CD'yi alıyor ama eve gidince bir kenara atıyormuş. Dolayısıyla hiçbirini açmayıp odasında bi yere fırlatmış.


Kızla araları her geçen gün daha iyi olmuş. Ancak konuşmaya cesaret edemediği için, bir kağıda, "Senden çok hoşlandım, lütfen görüşelim" yazmış, altına da adres ve telefonunu eklemiş. Bu küçük notu kızın tezgahının altına gizlice koymuş. Kız maalesef bu yazıyı günler sonra farketmiş ve gördüğünde çok mutlu olmuş. Çünkü o da çocuktan hoşlanıyormuş.

Kızcağız o kadar heyecanlanmış ki, delikanlıyı telefonla aramaktansa , notu da geç gördüğü için yüzyüze görüşmek için evine gitmiş. Kapıyı üzüntülü olduğu her halinden belli olan orta yaşlı bir kadın açmış. Kadın, oğlunu soran bu tatlı kıza ağlayarak sarılmış ve çocuğun birkaç gün önce öldüğünü söylemiş. Dünyası yıkılan kız ağlayarak oradan uzaklaşmış.

Bir süre sonra delikanlının annesi oğlunun eşyalarını toplarken dolabında açılmamış bir sürü CD bulmuş. Bunların ne olduğunu anlayamayıp birini ambalajından çıkarmış. İlkinde gördüğü not üzerine hüngür hüngür ağlamaya başlamış ve hepsini açmış. Her CD'nin içinde, tezgahtar kızın el yazısıyla aynı not varmış: "Senden çok hoşlandım, lütfen görüşelim".
 
Son düzenleyen: Moderatör:
DEĞME BANA EVLAT
Bak oğul! Tam bu mevsimlerdi ,”başakların ermeye başladığı sıcaklar “derdi annem doğduğum günleri…
Bu sıcaklarla birlikte girdim, seksen beş yaşıma.
Şu yüzümde gördüğün çizgilerin,elimde tutan nasırların,her birinin derin anlamları var.
“ Kalbin var, uğraşma şu tarlayla, toprakla ,ihtiyacın mı var, doymuyor musun?” Diyorsun.
Biliyorum hastalandığımda da sana da yük oluyor, eziyet veriyorum. Ama bilir misin evlat, her toprağa bastığımda, onu avuçladığımda içimin yangınını söndürüyor, öfkemi dindirmeye çalışıyorum.
“Tarlaya niye sabah ezanla gidiyorsun, üşütüyorsun, bari günün ağarmasını bekle” diye kızıyorsun;
E kara gözlü oğul, ne olduysa bize, bu seher vakitleri oldu...
O anlar, içimin kanadığı, yüreğimin parçalandığı demlerdir. Beşikte yetimlerin feryatla ağladığı, aksakallı kocaların ah’larla inlediği demlerdir o zamanlar. Şu masmavi göklerin kızıla büründüğü, havanın barut koktuğu, gökten yağmur yerine ateş kıvılcımları yağdığı anlardır.
Eğer bir gün gafletim kuşatır da, bu vakitlerde yatacak olursam, o gün kıyametim kopmuş demektir oğul! Bilmiş ol!...
Yanıyorum oğul! yanıyorum! İçimden “hay” diye her inleyişimde kıvılcımlar saçıyorum haberin var mı?
Bu millet, zilleti bu kadar hak etmedi.
Bu millet, hiçbir zaman gaflete bu kadar esir olmadı, bu kadar şahsiyetsiz,kişiliksiz kalmadı.
Yalanlara hiç bu kadar inanmadı.
Bu adetler, bu hayat bizim değil evlat.
Bizi doğuranlar, bu günler için!
On beşinde can verip, kara toprağa girenler, bu günler için ölmedi!.
Bak evlat! başımıza ne geldi ise; bu gafletimiz yüzünden geldi.
Ne zaman ki;,küçücük bir zafer kazandık, nefsimiz azıcık dinlen dedi ; düşman bir delik açtı. Nefsimiz ne zaman ki azıcık galip geldi; büyüklendi, ardından tembellikler, tavizler girdi yuvalarımıza.
Sonra mı?
Sonrası…
İşte ahvalimiz…
Gece yarılarına kadar oturup televizyonlara hapis,sabahları öğleye kadar gaflet,…
Bereketsizlik, tembellik…
Ruhsuz,idealsiz toplum,her şeyden bir haber hasta gençlik…
Bizim adetlerimiz bize yabancılaştı. Biz kendimizi tanıyamaz olduk. Yahudi’nin huylarını huy edindik.
Peki olanlar kime oldu. Olanlar körpecik yavrularımıza oldu. Daha doğarken binbir dertle doğdular. Boyunlarında ağır borçlar, hayatın tadından, tuzundan uzak parçalanmış sevgisiz yuvalara yük hissettiler kendilerini.
Eğitimleri mi; hele onları hiç sorma! Adı eğitim diye oyalandı durdular yıllarca. Ha ,bazıları elbette okudu doktor, mühendis oldu;amma… insan olamadı evlat!
Ama mevlama şükürler olsun ki;yine de okuyup Allah diyen bebeler hürmetine,seherlerde dualar eden ak saçlı kocalar hürmetine, başımıza taş yağdırmıyor, hala mühlet veriyor
Rabbim…
Ben de o yüzden bu saatlerde kendimi dışarılara atıp, dualar ediyorum. Elimi en vefalı dost olan toprakla oyalıyom,meşgale en iyi ilaçtır diye.
Hatta bir çok zaman şu basıp geçtiğimiz toprakla söyleşiyom, dertlerimi paylaşıyom.
Bazen de altındaki tahtadan evime hazırlık yapıyom.
No’lur değme bana evlat!


İstediğini Görebilmek
Ayni kalp rahatsizligindan ayni kaderi paylasan iki yasli adam ayni odayi da paylasiyorlardi. Tek fark biri cam kenarinda biri duvar dibinde yatiyordu. Cam kenarindaki yasli adam her gun camdan bakarak arkadasina disarisini anlatirdi.

-"Bu gun deniz sakin, yine hafif ruzgar var sanirim cunku uzaktaki teknenin yelkenleri ruzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salincak dolu iki salincak bos, dunku sevgililer yine geldi, ayni yere oturup konusmaya basladilar. el ele tutustular, ne kadar da yakisiyorlar birbirlerine. Erguvan agaclari ne guzel acmis her yer mor bir renk almis, erik agaclarida beyaz cicekleriyle onlara eslik ediyor. Denizin uzerindeki martilar bu gunku yemlerini ariyorlar, ne guzel de daliyorlar suya"


Gunler boyle gecip gidiyordu ta ki cam kenarindaki yasli adam kalp krizi gecirene kadar, iste o anda duvar kenarindaki adam dusmeye bassa kurtaracakti arkadasini ama seytana uydu, bunca zamandir sadece dinleyebiliyordu, artik gorebilirdi de, iste iste bunun icin dugmeye basmadi ve hemsireyi cagirmadi. Ayni kaderi paylastigi kisiyi olume gonderdi, ama o bunu hakli bir savunma oldugunu dusunuyordu.

Ertesi gun hasta bakicilar olen yasli adamin yerine kendisini koymaya gelmislerdi. Hemen yataginin yerini degistidiler. Iste o gunlerdir bakmak istedigi manzarayi nihayet gorebilicekti. Basini kaldirdi ve bakti...
Gordugu sey simsiyah bir duvardi...
 
SEVGİ ÜZERİNE
ÖNEMLİ BİR İŞ[/B
]Seattle'dan Dallas'a giden uçağa en son bir kadın ve üç çocuk bindiler. "Ne olur benim yanıma oturmayın" diye geçirdim İçimden. "Yapacak bir sürü önemli işim var." Birkaç dakika sonra, on bir yaşındaki kız çocuğuyla dokuz yaşındaki erkek çocuğu neredeyse tepeme tırmanmışlardı. Kadın ve dört yaşındaki kız çocuğuysa arkamda oturuyorlardı. Büyük çocuklar itişip dururken, dört yaşındaki ufaklık koltuğumu tekmeliyordu. Erkek çocuğu her beş dakikada bir ablasına "Şimdi neredeyiz?" diye soruyordu. Kız, "Kapa çeneni" dedikten sonra aynı itişip kakışma ve sorgu sual yeniden yaşanıyordu.

"Şu çocukların önemli işten anladıkları yok" diyerek kendi kendime hayıflanıyordum. Sonra birdenbire İçimden bir ses bana onları sev dedi. Bir yandan da kendi kendime "Bu çocuklar tam sopalık. Benim yapacak Önemli İşlerim var." diyordum, içimden gelen ses sorgulamalarımı yanıtladı, onları kendi çocuklarınmış gibi sev.

İçindekilere dön

Onlara uçuş rotamızı anlattım, uçuşumuzu çeyreklere böldüm ve Dallas'a ne zaman varacağımız konusunda tahminde bulundum.

Birazdan bana hastanedeki babalarım görmeye gittikleri Seattle seyahatlerin! anlatmaya koyuldular. Konu konuyu açtı; uçma, havacılık, bilim ve yetişkinlerin hayat görüşleriyle ilgili sorular sordular. Zaman çarçabuk geçti ve benim önemli işler de kaldı.

Uçak inişe hazırlanırken, babalarının nasıl olduğunu sordum. Sessizleştiler, erkek çocuk "Öldü" yanıtını verdi.

"Oh, çok üzüldüm."

"Ben de öyle. Ama beni küçük erkek kardeşim daha fazla tasalandırıyor. O bununla zor başedeceğe benziyor."

O anda konuştuklarımızın esasında hayatta karşı karşıya kaldığımız en önemli işler olduklarım fark ettim; yaşamak, sevmek ve kalp kınklığına rağmen büyümeye devam etmek. Dallas'ta birbirimizle vedalaştığımızda, erkek çocuk elimi sıktı ve uçakta ona öğretmenlik yaptığım için bana teşekkür etti. Ben de bana öğrettiklerini düşünerek ona teşekkür ettim.

Dan S. Bagley


YOLUMDAN BİR MELEK GEÇTİ

Yirmi yıldan beri çocuk fotoğrafları çekiyorum. Şükran Günüydü. Bir çocuktan oldukça özel bir hediye aldım. Emily bembeyaz elbiseler içinde karşımda oturuyordu. Altı aylık bu minik kız oturduğu yere adeta sarmalanmıştı.

Annesi, "Emily bugün kendini pek iyi hissetmiyor" dedi. Minik kızın yüzü kıpkırmızıydı; dik oturmaya çalışırken başı bir o yana, bir bu yana düşüyordu. Birkaç poz denemesinde bulundum, ama bir türlü başarılı olamadık. Sonunda, Emily'ye yaklaştım ve onunla konuşmaya başladım. "Aynen bir meleğe benziyorsun" dedim.

Minik kız o anda poz verdi, fakat bir o yana, bir bu yana sallanan başı daha fazla dikkat çekti. Bana, benim bir şeyim yok sadece bu gün kötü bir gün geçirdim dercesine bakıyordu. Emily meleğe benziyor, o zaman fotoğrafını buna uygun çekeyim diye düşündüm.

Stüdyomda, yumuşacık, bembeyaz, gerçek ördek kanatlarından yapılmış melek kanatları vardı. Ayrıca, başına da çiçeklerle bezenmiş bir taç kondurdum. Oturağına sarmalanmış, bulutların üstünde gezinen meleği fotoğraflamaya çalıştım.

Farkında değildim, ama annesi sessiz sessiz ağlıyordu. "O bir melek. Dün beyninde doğuştan bir özür olduğunu öğrendik. Bu birlikte ilk ve son Şükran Günümüz olacak" dedi. "Bir seneden fazla yaşamıyorlarmış. Onu karnımda taşırken, doktorların söylediklerine harfi harfine uydum. Sigara içmedim. Diyetimi yaptım, ama beyni doğduktan sonra gelişmezmiş. Bu oldukça nadir rastlanan bir durummuş, böyle 435 vaka varmış."

"Siz Emily'yi gerçek haliyle gördünüz. O bir melek. Onu böyle seviyoruz. Yeryüzüne Tanrının sahip olduklarımıza şükretmemiz gerektiğini söylediğini iletmek üzere gelmiş. Siz bunu yakaladınız. Bazen onunla konuştuğunuzda sakinleştiğini ve huzur içinde olduğunu hissediyorsunuz. Bebek diliyle bir şeyler gevelemeye başlıyor ve neredeyse söylediklerim anlıyorsunuz. Sanki size gerçekten birşeyler söylemeye çalışıyormuş gibi. Bu fotoğraflar gerçekten çok önemli. Daha ne kadar bizimle olacağını bilmiyoruz. Siz bizim minik meleğimizi ölümsüzleştirdiniz."

Boğazımda bir düğüm, "Meleğinizi benimle paylaştığınız için te¬şekkür ederim. Ne mutlu bana ki benim yolumdan da geçti!" dedim.

Larry Miller
 
Son düzenleyen: Moderatör:
KAÇIRILAN FIRSATLAR

Eşime, 3 yaşındaki kızım Ramanda'ya göz kulak olmayı önerdim. Böylelikle, o da bir arkadaşıyla dışarıya çıkabilecekti. Ramanda, öteki odada oyuncaklarıyla oynarken, ben de kendi işlerimi yapacaktım. ilk önce sorun yoktu. Biraz sonra sessizlik dikkatimi çekti, "Ramanda, ne yapıyorsun?" diye seslendim. Yanıt alamadım. Sorumu tekrarladım. "Hiçbir şey" dediğini duydum. Hiçbir şey? Hiçbir şey de ne demekti.

Masamdan kalktım ve oturma odasına koştum. Ramanda o anda hole doğru fırladı. Merdivenlerden çıkarken arkasından gittim. Hemen yatak odasına girdi. Aradaki mesafeyi kapatmıştım. Oradan banyoya geçti. Onu köşede yakaladım. Yanıma gelmesini söyledim. Reddetti. Otoriter baba sesimi takındım, "Küçük bayan, sana buraya gelmeni söylüyorum."

Yavaş yavaş yanıma doğru geldi. Elinde eşimin yeni rujundan kalanlar vardı. Yüzünün her karesi parlak kırmızı renge boyanmıştı (dudakları hariç)!

O korku dolu gözler, titreyen dudaklarla bana bakarken, benim kulağımda çocukken bana söylenenler çınlıyordu; "Bunu nasıl yaparsın? Böyle yapmaman gerektiğini biliyordun. Bu ne kötü davranış. Sana kaç kere böyle yapmaman söylendi..." O anda bütün mesele o eski mesajlardan birini seçmekti. Böylece ne kötü bir kız olduğunu anlayacaktı. Ne yapacağıma karar vermeden önce eşimin Ramanda'ya bir saat önce giydirdiği "bluz" dikkatimi çekti. Üzerinde, "BEN KUSURSUZ BİRmeleğim!" yazılıydı. Bir kez daha korku dolu gözlerine baktım. Karşımda anne babasını dinlemeyen kötü bir kız değil de, Tanrının bize bahşettiği bir çocuk... değerli mi değerli, küçücük kusursuz bir melek, neredeyse suçlamak üzere olduğum bir mükemmellik, bir değer duruyordu.

"Bir tanem, çok güzel görünüyorsun! Hadi bir fotoğrafım çekelim de annen bu özel halini görebilsin." Fotoğrafım çektim ve Tanrıya bize kusursuz küçük bir melek verdiği için şükretme fırsatını kaçırmadım.

Nick Lazaris



MAVİ GÜL

Yıllarımı duygusallıktan uzak ve bağlanmaktan korkan erkeklere aşık olarak tükettim, ilişkilerim acı doluydu. Evlenmek istiyordum. Radikal bir değişikliğe gitmem gerektiğinin farkındaydım.

Bir gün dua etmeye karar verdim. "Tanrım, doğru birini nasıl bulacağımı bilmiyorum. Yalvarırım, kutsal sevgilimi benim için sen seç ve ikimizi de bu birlikteliğe hazırla. Ve Tanrım, onu benim için seçenin sen olduğunu anlayabilmem için de bana mavi bir gülle gelmesini sağla."

Beş ay boyunca her gün kutsal sevgilimin bana o gün geleceği umuduyla yaşadım. Hep o günün doğru gün olduğunu düşündüm.

Her gün kontrolü elimden biraz daha bıraktım ve beni seven Tanrıya kendimi biraz daha açtım. Her gün etrafta mavi bir gül aradım.

Beni kullandığım düşündüğüm son erkek arkadaşımı terk ettikten on iki gün sonra Alan Cohen'in konuşma yaptığı bir iletişim ağının yemeğine katıldım, Cohen, insanları etkimiz altına alabilme gücümüzden söz etti. Bu beni öyle etkiledi ki, katılımcıları bu tür bir egzersiz yapmaya davet ettiğinde hiç düşünmeden atladım. O anda yüzden fazla insan bir partner bulabilmek için birbirine karıştı.

Herkes sessizdi. Genç ve mavi gözlü bir adam karşımda durdu. Elele tutuştuk ve birbirimizin gözlerine bakmaya başladık. Egzersiz gereğince, "Beni etkin altına alabilir misin?" diye sordum. Birkaç dakika boyunca sessizce bana koşulsuz sevgi verdi. Sonra o bana "Beni etkin altına alabilir misin?" diye sordu ve ben de ona sevgi verdim. Birbirimize başka hiçbir şey söylemedik.

Egzersiz bitti ve yerlerimize oturduk. Şaşkınlık içindeydim. Birkaç dakika sonra genç adam yanıma geldi ve kendini tanıttı. Adının David Rose (Rose Türkçe'de gül anlamına gelmektedir) olduğunu söyledi. O anda Tanrının bana mavi gözlü gülümü gönderdiğim anladım.

Bir yıl sonra da evlendik.

Brenda Rose


MİSAFİR ÖĞRENCİAndrea ve diğer öğrencileri ülkelerinden getiren otobüsü karşılamaya gittik. Bunlar Slovakya'dan gelen misafir öğrencilerdi. And¬rea, İngilizce konuşuyordu, ama oldukça heyecanlıydı. Onun ürperdiğini hissedebiliyordum. Biz, beş çocuklu bir aileyiz. Çocuklarım misafir öğrencilere o kadar alışıklar ki ona rahatça yaklaştılar. Andrea'yı kucaklamak istediler. Sonradan öğrendiğimiz üzere Andrea böyle sarılmalara pek alışık değildi. Biz ailece birbirimize çok sarılırız. Gün boyunca binlerce kere birbirimizi kucaklarız. Andrea dikkatle bizi göz¬lüyordu. Bizi sarılırken her gördüğünde yüzünde mutlu bir ifade beliriyordu. Hoşuna gidiyordu. O da sarılmak istiyordu.

Bana Avrupa'da geçirdiği çocukluk yıllarını anlattı. Annesi çok sevecenmiş; Andrea'nın deyişiyle Avrupa tarzında sevgi dolu bir ilişkileri varmış. Oysa küçüklüğünden bu yana annesi onu hiç kucaklamamış.

1992yazını bizimle geçiren Andrea ailemizin bir parçası olmuştu. Her geçen gün birbirimize karşı sevgimiz artmıştı. Birbirimizi sürekli kucaklıyorduk.

Andrea sarılmanın tadına varmıştı. En önemlisi bu duygusal deneyimi annesiyle paylaşma ihtiyacı duyduğunu öğrenmişti.

Ağustos sonunda Andrea Slovakya'ya geri döndü. Uçakla Münih'e uçtu, annesi onu havaalanında karşılayacaktı. Annesi onu her zamanki sevecen gülüşü ve sevecen konuşmalarıyla karşılamış ve valizleri taşımasına yardımcı olmuş.

Andrea tüm sevecenliğiyle annesinin koluna asılmış ve "Anne, ben sana sarılmak istiyorum." demiş, Andrea'nın ilettiğine göre annesi bir müddet ne yapması gerektiğini bilememiş. Andrea annesinin gözlerinin içine bakmış, her ikisinin gözleri yaş dolmuş. Andrea, "Anneciğim ben sana sarılma ihtiyacı duyuyorum. Senin de bana sarılmam çok istiyorum." demiş. Birbirlerini kucaklamışlar. Havaalanının karşılama salonunda bir milim bile ilerleyememişler. Andrea üç saat boyunca aynı noktada kaldıklarım söyledi. Ağlamışlar ve birbirlerine sarılmışlar. Konuşmuşlar. Yine ağlamışlar, yine sarılmışlar ve daha fazla konuşmuşlar. Andrea çocuklarım sarılarak yetiştireceğim söylüyor. Annesinin de bundan oldukça memnun olduğunu belirtiyor.

Mary Jane West-Delgado
 
Son düzenleyen: Moderatör:
EVRENSEL İLAÇ

Ne yedek parçası var, ne pili

Ne peşinat gerekiyor, ne aylık taksit

Enflasyona karşı dayanıklı, vergiden muaf

Gerçekten dinlendirici



Çalınmaz, etrafı kirletmez

Herkese uyar, katıksızdır

Çok az enerji harcar

Ama çok iyi sonuçlar verir



Tansiyonunuzu düşürür, stresinizi azaltır

Mutluluğunuza mutluluk katar

Depresyona karşı savaşır, yüzünüzü güldürür

Öz-güveninizi arttırır



Dolaşım sisteminizi çalıştırır

Yan etkileri yoktur

Sanırım en kusursuz ilaç odur:

Dostlarım reçetesini yazıyorum... bu kucaklamaktır!

(Şüphesiz karşılıklı olanı!)

Henry Matthew Ward



UFACIK BİR NOT

Canlı çiçek güzelliğin en büyük simgesidir. Ara sıra bir buket gül toplar veya kusursuz bir gül bulur, bir komşuma, arkadaşıma veya akrabama veririm.

Bir sabah erkenden kendim için çok güzel kokan dayanıklı güllerden bir buket derledim. Güllere sadece göz zevkim için saatlerce bakabilirdim. Benim için ne kadar hoş olduklarım düşünürken, içimden gelen sakin ve kibar bir ses onları bir arkadaşıma vermemi söyledi.

Doğru eve girdim ve çiçekleri bir vazoya yerleştirdim. Sonra da üzerine ufacık bir not yazdım: Arkadaşıma. Yolun karşısına geçtim ve bu¬keti en yakın arkadaşlarımdan biri olan komşunun kapısının önüne bı¬raktım.

Daha sonra arkadaşım beni arayıp teşekkür ettiğini söyledi. Çiçeklerin onu çok mutlu ettiğini belirtti. Benim çiçeği bırakmamdan önceki gece çocuklarından biriyle kavga ettiğini ve çocuğun ergenlik çağındaki bir çocuğun acımasızlığıyla ona "Senin hiç arkadaşın yok" dediğini söyledi.

Şaşırtıcı olan o sabah işe gitmek için evden çıkarken bir buket mutluluk kapısında belirmişti ve üzerinde "Arkadaşıma" yazılı ufacık bir not vardı.

Roberta Tremblay

Hayattaki en yüce mutluluk sevildiğimize inanmaktır.

Victor Hugo

MUTLAK MUTLULUK

Yüce insan

Seken ayağımı, çomak elimi anlayışla karşılayan

insandır

Yüce insan

Kulaklarınım onun söylediklerini süzerek

dinleyeceğim bilir

Yüce insan

Gözlerimin donuk, yanıtlanırım kısa olmasına

bozulmaz

Yüce insan

Masaya çay döktüğümde başka yerlere bakınır



Yüce insan

Yüzünde sımsıcak gülücükle

Bir dakikalığına bile olsa sohbet için yanıma

yaklaşan insandır

Yüce insan asla "Bunu bana daha önceden

anlatmıştın" demez

Yüce insan

Size sevildiğinizi ve yalnız olmadığınızı hissettirir

Yüce insan

Siz ona gidemediğinizde ayağınıza kadar gelen

doktor gibidir

Yüce insan gününüzün iyi geçmesini Gün batımınızın sevecenlikle yoğrulmasını sağlar

Yüce insan çok sevdiğiniz ailenize benzer İlgisi bugün burada olmamızın sebebidir

Grace McDonald
 
SEVİNÇLİ BİR ÇOCUĞUN KALBİNDEN GEÇENLER
Sevgili Annem ve Babam,

Bu mektubu, ben gelmeden önce ebeveynliğe yaklaşımınızı gözden geçirmeniz umuduyla yazıyorum. Ben sevinçli bir çocuğum. Sevgiye, saygıya, düzene ve tutarlılığa çok düşkünüm. Yanınıza geldiğimde, gözünüze oldukça küçük görünebilirim. Yetişkin biri olmayabilirim, ama benim de insan olduğumu gözardı etmeyin.

Bir müddet sizinle konuşamayacağım, ama sizi kalben tanıdığımdan emin olabilirsiniz. Duygularınızı hissediyor, düşüncelerinizi özümsüyorum. Sizi sizden daha iyi tanımaya başlayacağım. Sessizliğim sizi yanıltmasın. Ben sizin hayal edebileceğinizden daha hızlı büyüyor ve öğreniyorum.

Gördüğüm her şeyi hafızama alıyorum. Bu yüzden bana gözümü dinlendirebilecek güzellikleri sunun. Duyduğum her şeyi kaydediyorum.

Bu yüzden bana ne kadar sevildiğimi gösterir hoş müzikler dinletin ve güzel sözcükler söyleyin. Kulaklarımın yorulmaması için sessiz bir ortam hazırlayın. Ben hissettiklerimin hepsini özümserim, o yüzden bana hayatı sevgiyle paketleyin.

Sabırsızlıkla sizin olacağım günü bekliyorum. Yaşama fırsatım yakaladığım için çok mutluyum. Belki siz de beni görünce hayatın ne kadar değerli olduğunu hatırlayacaksınız.

Sevinçli çocuğunuz,

Donna McDermott

Anababanızın sevgisini anlayabilmeniz için sizin de çocuk yetiştirmeniz gerekir.

Bir Çin Atasözü


NOEL TOSTU

Bir Pazar akşamüstü Noel ağacımızı eve taşıdıktan sonra, iki oğluma yatmak için hazırlanmalarım söyledim. Justin, ailece oturup ağacı hayal etmemizin harika olacağını söyledi. Bunun sadece bir dakika alacağını söyleyerek yalvardı.

Vakit geç olmasına rağmen, bunu yapmayı kabul ettim. Ona bunun harika bir fikir olduğunu belirttim. Ağacın altında oturup Noel'e hoş geldin demeyi, çırpılmış yumurtalı süt içmeyi ve bunu kutlamayı önerdim. Justin çok heyecanlandı; mutfağa koştu, buzdolabının içinden çırpılmış yumurtalı sütü kapıp geldi. Sütü en güzel kristal bardaklarıma koydum. Bardakları ağacın yanındaki sehpanın üzerine yerleştirdim ve diğer odadaki büyük oğlumu çağırdım.

Ağacın yanma oturduktan sonra bir nedenle ortadan kaybolan Justin'e seslendim.

Justin, "Geliyorum, anne. Bir dakika içinde oradayım. Tost neredeyse oldu." diyerek yanıt verdi.

Mutfakta bize tost yapıyordu. Kocam ve ben Justin mutfaktan dört parçaya bölünmüş tostu koyduğu tepsiyle, "Evet, şimdi hazırız. İşte Noel tostlarınız." diyerek çıktığında gülmemek için kendimizi zor tuttuk.

Ağacın yanma oturduk; bir yandan ağacın tadına varmaya çalışırken, bir yandan da sütümüzü yudumluyor ve tostumuzu yiyorduk. Yaptığıyla aşırı derecede gurur duyduğundan ona kutlamanın ne anlama geldiğini, tost yemek demek olmadığım söyleyemedik. O akşam Justin'in yüzündeki ifadeyi düşündükçe hala gözlerim yaşarır. O kadar mutluydu, ben de o kadar mutluydum ki o gece diğer gecelerin aksine erken yatmaları için onlara ısrar etmedim. Bazen bir dakika vererek, daha fazla kazandığımızı öğrendim.

Kelly Ranger
 
NE KADAR KOCAMANSA O KADAR İYİ

Karen ve ben, oğlumuz Michael'ın anaokulunu ziyarete gittiğimiz o gün kendimizi günün anababası gibi hissetmiştik. Bize sınıfım gezdirirken ve arkadaşlarıyla tanıştırırken çok eğlendik. Kesme, yapıştırma, dikme aktivitelerine katıldık. Günün en güzel kısmım kumlarla oynayarak geçirdik. Tam bir cümbüşlü.

"Halka olun" diye seslendi öğretmenleri. "Hikaye anlatma zamanı." Ortada ayakta durup sırıtmamak için Karen ve ben de yeni arkadaşlarımızla halka oluşturduk. "Kocaman" adlı hikayeyi bitirdikten sonra, öğretmen "Size kendinizi ne kocaman hissettiriyor?" diye sordu.

"Böcekler bana kendimi kocaman hissettiriyor" dedi çocuklardan biri. Diğeri "karıncalar" diye seslendi. Bir diğeri de "sivrisinekler" diye bağırdı.

Öğretmen sınıfı düzene sokmak istiyordu. Ellerim kaldıran çocuklara söz hakkı veriyordu. Sonra küçük bir kız çocuğunu işaret ederek, "Evet, güzelim sana kendini ne kocaman hissettiriyor?" diye sordu. Ço¬cuğun yanıtı "Annem" oldu.

"Annen sana kendini nasıl kocaman hissettiriyor?" diye sorguladı öğretmen. "Çok basit" dedi minik kız, "Beni kucaklayıp, seni se¬viyorum, Jessica diyerek."

Barry Spilchuk


BİRAZ DAHA BENZİN

Bob'un babası Stockton'da araba satıyordu. 1958 model bir Cadillac arabası vardı, bu araba onun gururu ve neşesiydi. Bilirsiniz, kuy¬ruğu cennete kadar uzanan o upuzun arabalardan, hani sahibinden insanlar kadar ilgi gören. Asla açık havada bırakılmaz, sabırla yıkanır ve cilalanır. İnsanoğlunun tekerlekli aletlere düşkünlüğünün en güzel örneklerinden biridir. Bob, on altısını henüz devirmiş, ehliyetini de yeni almış. Onun Cadillac'ı kullanmak için ölüp bittiğini bilen babası eline üç dolar sıkıştırmış ve onu benzin almaya yollamış.

Kendiyle gurur duyan ve arabayı kullanmaya aşırı heveslenen Bob arabayı benzin istasyonuna doğru sürmüş. İstasyondaki görevli depoyu doldurmuş, camları yıkamış, arabanın yağım ve lastiklerin havasını kontrol etmiş. Bu arada Bob yüzünde gülümsemeyle arabada oturmuş (unutmayın, 1960 yılından söz ediyoruz).

Ve akla gelmeyen şey olmuş. Benzincideki görevli ne olduğunu anlayamadan araba hızla kalkmış, Bob hızla köşeyi dönmüş, hızım ala¬mamış ve arabanın yanım beton sütuna çarparak göçürmüş. O anda midesinde bir ağrı hissetmiş ve bir an için oradan kaçıp uzaklaşmak istemiş. Babasının yüzündeki ifadeyi aklına getirmek bile onu çıldırtmış. Hangisinin daha kötü olduğunu çıkaramamış; babasının öfkesinin mi, yoksa yaşadığı hayal kırıklığının mı? Her iki durumda da bu olayla yüzleşmek zorunda olduğunu düşünmüş. Arabayı e ve geri sürmüş, park etmiş, yüreği burnunda, başında ağrı, on altı yaşındaki delikanlı babasının karşısına dikilmiş.

Birlikte zararı belirlemek için dışarı çıkmışlar. Zarar makulmuş. Bob babası hiçbir şey söylemeden orada dururken adeta bir asır geçmiş gibi hissetmiş. Sonunda, Bob babasına dönmüş ve titreyen bir sesle "Baba, benim ne yapmamı istiyorsun?" diye sormuş.

Babası arka cebindeki cüzdanına uzanmış ve içinden iki dolar çıkmış. Parayı Bob'a uzatmış ve "Oğlum, sanırım gidip biraz daha benzin alsan iyi olacak." demiş.

CariMorrison


O BENİM ÜVEY BABAM DEĞİL!

Annem ben sekiz yaşındayken ölmüş. Bu hepimiz için üzücü bir olaydı. Altı ay sonra babam Cathy'yle tanıştı. Cathy'nin Megan ve Griffin adlarında iki çocuğu vardı. Onları daha gördüğüm ilk gün sevdim. Esasında ne kadar sevdiğimin pek farkında değildim.

Bir buçuk yıl sonra babam Cathy'yle evlendi. Birbirlerine aşıklardı. Düğünlerinde Megan ve Griffin'i ne kadar çok sevdiğimi anladım. O günden sonra yeni ailemizin sığabileceği büyüklükte bir ev bulana kadar (iki aileyi birleştirdiğimizi için) bir Cathy'nin, bir bizim evde kalıyorduk. Bir gece Cathy'nin evindeydik ve Cathy'yi öpmek için sıra olmuştuk. Griffin en sonuncuydu. Cathy, Griifin'e kendisini öptükten sonra "Grif, şimdi de üvey babana öpücük ver." dedi.

Griffin oldukça sinirlendi ve "O benim üvey babam değil, babam." dedi.

Jane Kelley

BİR FİYATINA İKİ TANE

Kuzenim Lee Ann, "Jamie nerede?" diye çığlık attı. Annemlerin evinde havuzun kenarında oturuyorduk. Ben de "Aman Allahım Jamie nerede?" diye bağırmaya başladım. Beş yaşındaki oğlumun anlık kay*boluşu bütün vücuduma şok dalgaları yaymıştı.

Havuzun kenarında güvenlik çiti vardı ve havuz derinleşmeden önce belli belirsiz bir eğim göze çarpıyordu. Çocuklarımızı büyükannelerinin havuzunda serinlemeye getirmek bizim için olağandı; biz arkalarında beklerken, onlar da sırılsıklam suyla oynaşırlardı.

Lee Ann'in bağırdığı o korkunç öğleden sonra sanki Jamie havuzun güvenlik çitinin yanında yürüyordu da derin tarafa ayağa kayıp düşmüştü. Belki de sadece bir saniye gözümü ondan kaçırmıştım ve işte yok olmuştu. Suyun dibinde onu gözüme kestirdim ve dalıp dışarı çek*tim.

Onu zorla dışarı çekip çıkarttıktan sonra, suya girmek istemediğini söyleyerek tekmelemeye, bağırmaya, ağlamaya başladı. Suçluluk duygum onu çıkarmayı ve isteğine uymayı söyledi, ama babalık içgüdüm onunla birlikte havuzda kalmamı emrediyordu. Ona suyun tehlikeli olabileceğini, suyla oyun olmayacağım söylerken her ikimiz de titriyorduk. Havuzun etrafında yürürken onu kendime yakın tutuyordum. Birkaç dakika sonra bana artık korkmadığını söyledi. Yine suyla oynamak istediğini belirtti.

Bu kadar kötü bir baba olduğum için kendimi suçlu hissediyordum. Kendi kendime "İyi babalar çocuklarının boğulmasına izin vermezler." diyordum. Kendimle hesaplaşmamın tam ortasında, Lee Ann yanıma geldi ve "Sen müthiş bir babasın. Bununla başetme şekline hayran oldum. Bir daha sudan hiç korkmayacak." dedi.

Lee Ann o gün iki hayat birden kurtardı. "Jamie nerede?" diye çığlık atarak oğlumun hayatım ve bir baba olarak da benim hayatımı. Harika yorumuyla utancımı gurura dönüştürüvermişti. Kendinize başkalarının gözüyle baktığınızda gerçekten şaşırtıcı şeyler olabiliyor.

Barry Spilchuk
 
Son düzenleyen: Moderatör:
ENGELLERİN ÜSTESİNDEN GELME ÜZERİNE

KÖR TUTKU

Charlie Boswell benim için her zaman bir kahramandır. Bana ve binlerce insana şartları zorlama ve gerçek arzularımızı gerçekleştirme konularında ilham kaynağı olmuştur. Charlie II. Dünya savaşında ateşe verilmiş bir tankta bulunan arkadaşım kurtarmak isterken kör olmuş. Kaza öncesinde çok büyük bir atletmiş. Sonra kararlılığı ve becerisine olan güveniyle yepyeni, çok az insan tarafından denenmemiş, gören bi*rinin bile oynamayı hayal edemeyeceği bir spor olan golfu denemeye karar vermiş.

Kararlılık ve bu oyuna karşı duyduğu derin sevgi onu Uluslararası Körler Golf Şampiyonu yapmış. Bu şerefe 13 kere nail olmuş. Onun örnek aldığı insan ünlü golfçu Ben Hogan'mış. Charlie, bu yüzden 1958 yılında Ben Hogan adına verilen ödülü kazanınca çok gu*rurlanmış.

Ben Hogan'la tanışınca hayranlığım gizleyememiş ve Ben Hogan'a bir tur da olsa onun la golf oynamayı çok istediğim belirtmiş.

Charlie'nin başanlarını duyan ve becerilerini takdir eden Ben Hogan bir tur oynamanın onun için de bir gurur olacağını söylemiş.

Charlie "Parayla mı oynamak istersiniz Bay Logan." diye sormuş. "Sizinle parayla oynayamam. Bu haksızlık olur." demiş Bay Logan. "Hadi, Bay Logan delik başına 1000 dolar."

Gözleri gören golfçu, "Yapamam. İnsanlar benim hakkımda ne dü*şünürler. Sizden faydalandığımı zannederler."

"Korkuyor musunuz Bay Logan?"

"Peki" der Hogan, "ama en güzel oyunlarımdan birini oy*nayacağım."

Kendine güvenen Boswell "Bu gayet normal" diye yanıtlar.

"Söz hakkı sizin Bay Boswell, zamanı ve yeri siz belirleyin!" Boswell güven içinde, 'Bu gece saat 10" yanıtını verir.

John Kanary

REÇELDEN KALANLAR

1933yılıydı. Yarım gün çalıştığım isimden çıkarılmıştım, artık aile bütçesine hiçbir katkım olamıyordu. Tek gelirimiz annemin başkalarına elbise dikerek kazandığı paraydı. Sonra annem birkaç hafta hastalandı ve çalışamaz oldu. Elektrik idaresinden geldiler ve fa*turalarım yatıramadığımız için elektriğimizi kestiler. Sonra da ha*vagazı şirketi havagazımızı kesti. Sonra sular idaresi. Ama Sağlık Ba*kanlığı, halk sağlığım koruma tedbirleri dahilinde suyumuzu yeniden bağlattı. Dolabımızda yiyecek çok az şey kalmıştı. Arka bahçemize sebze ekmiştik, bahçede ateş yakıp pişirebildiklerimizi pişiriyor ve yi*yorduk.

Bir gün küçük kız kardeşim hoplaya zıplaya okuldan geldi ve "Yarın fakirlere vermek üzere okula birşeyler götürmemiz gerekiyor." dedi.

Annem, "Bizden daha fakir olabilecek birilerim tanımıyorum." di*yerek söylenmeye başladı. Bizimle yaşayan büyükannem elini annemin koluna koyarak okşadı.

"Eva" dedi, "Eğer bu çocuğa bu yaşta fakir olduğu fikrini kabul ettirirsen, o ömrünün geri kalanım öyle olduğunu düşünerek ya*şayacaktır. Orada bir kavanoz evde yaptığımız reçellerden kalmıştı. Bırak onu okula götürsün."

Büyükanne biraz kağıt ve bir parça pembe kurdele buldu. Son reçel kavanozumuzu paketledi. Sis ertesi gün gururlanarak okula "fakirlere hediyesini" götürdü. Bu olaydan sonra toplulukta bir sorun yaşanıyorsa, o kendisini doğal olarak çözümün bir parçası görmeye baş*ladı.

Edgar Bledsoe


BU ADAMI KİMSE DURDURAMAZ

Glenn Cunningham beş yaşında bacakları feci şekilde yandıktan sonra sakat kalmış ve yaşamının geri kalanım tekerlekli sandalyeye mahkum geçirir düşüncesiyle doktorlar tarafından kendi haline bırakılmıştı. "Bir daha yürümesi mümkün değil. Hiç şansı yok." demişlerdi.

Doktorlar bacaklarım incelemişler, ama Glenn Cunningham'in kalbini dikkate almamışlardı. Q doktorlara kulak asmadı ve yürümeye ça*lıştı. Yatakta yata yata zayıf kalan kıpkırmızı bacakları yara içindeydi. Glenn, "Gelecek hafta, yataktan kalkacağım ve yürüyeceğim." dedi ve bunu başardı.

Annesi perdeyi açtığında Glen'in bahçedeki eski tırmığa nasıl ulaş*tığım camdan izlediğim anlatıyordu. Her birini bir elinde tutarak çarpılmış bacaklarına hareket kazandırmıştı. Her bir adımda acıyı yaşayarak, yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. Önce hızlı hızlı yürümeye başladı, pek zaman geçmeden de koşmaya. Koşmaya başladıktan sonra daha kararlı biri olup çıkmıştı.

"Hep yürüyeceğime inandım ve başardım. Şimdi de herkesten daha hızlı koşacağıma inanıyorum." Bunu da başardı.

1934yılında 4.06'yla dünya rekorunu kırarak maratonda da kendisini ispat etmişti. Madison Square Garden'da yüzyılın en başarılı atleti olarak onurlandırılmıştı.

Jeff Yalden

Başarısızlık imanı hayal kırıklığına uğratabilir Ama denememek yok olmaya mahkum edecektir.

Beverly Silis

HAYATTA KALMAMIZI SAĞLAYAN ÖZELLİKLERİMİZ

Birkaç yıl önce kendimi evden oldukça uzakta küçük bir hapishane hücresinde buldum. Savaş tutsağı olarak tam altı yıl boyunca işkenceye, aşağılanmaya ve açlığa maruz kaldım.

Bu manzarayı gözünüzde canlandırabilmeniz çok önemli. Kovadaki idrarınızı kokladığınızı, ağzınızın kenarından akan terinizin, gözyaşınızın ve kanınızın tuzunu tattığınızı hayal etmek için kendinizi zor*layın. Çatısı ipince hapishane hücresindeki tropikal sıcaklığı hissetmeye çalışın. Birlikte geçirdiğimiz birkaç dakika boyunca başarılı olabilirsem, bir genç, öğrenci, lider, anne ya da baba olarak yüz yüze geldiğiniz zorlukların benim hapishane hücresinde yüz yüze geldiğim zorluklarla aynı olduğunu anlayacaksınız: Korku, yalnızlık, başarısızlık ve iletişim kuramama duyguları. Daha da önemlisi, bu zorluklara tepkiniz benim hücrede hayatta kalabilmek için verdiğim tepkinin aynısı olacaktır.

Siz hapishane hücresinde sağ kalabilmenizi sağlayacak hangi özelliklere sahip olabilirsiniz? Lütfen burada biraz durun. Bu soruyu dü*şünün. Bu sayfanın kenarına sağ kalabilmenizi sağlayacak en az beş özelliği yazın. (Eğer inanç, bağlılık ve kendini adama olarak yazmışsanız, olayı çözümlemişsiniz demektir.)

Hapishanedeki ilk birkaç aydan sonra ardı arkasına geçen yıllarda bir şekilde yolumu bulabildiğim için anne babamdan, öğretmenlerimden, gençlik liderlerinden ve din adamlarımızdan ayakta kalabilme konusunda epeyce şey öğrendiğimi anlamıştım. Hücrede kul*landığım hayat kurtaran yöntemler, kitaplardan öğrendiğim bilgilerden çok değer yargılarımla, dinsel inançlarımla ve dirliğimle ilgiliydi.

Bunlar size bir şey ifade ediyor mu? Hayatta karşılaştığınız zorluklar benim bir komünist hapishanesinde geçirdiğim altı yılla eşdeğer olabilir.

Şimdi şu teste göz atalım: Bundan sonra ilk büyük sorunla karşılaştığınızda, bu sayfayı açın ve benim yazdıklarımı değil de kağıdın ke*narına kendi yazdıklarınızı okuyun. Hapishane hücresinde işinize ya*rayacağım düşünerek yazdığınız şeylerin günlük yaşamda karşınıza çıkan güçlükleri aşmanıza daha fazla faydası olacağım göreceksiniz.

Charlie Plumb
 
TÜRK ASLANLARI KOREDE

Devir Kore Savaşı günleri. Ne idüğü belirsiz bi savaşın içine müttefiklere hoş görüneceğiz diye dalmışız. Amarikalılar, "zaten bizim navy aslanları işi bitirir ama hadi Türkler de istiyor, hevesleri kırılmasın, gelsinler bari" diye hafiften burun kıvırarak karşılamışlar bizim hükümetin savaşa katılma kararını... Vaay, Coni'ye bak. Sen ne zaman adam oldun lan gavur! Sen önce tuvaletine taharat musluğu taktır, kıçındaki b.kla geziyosun...

İlk Türk birliği Kore'ye varmış, diğer müttefik askerlerle birlikte teftiş için sıraya dizilmiş. Bizimkiler tam da Amerikan askerlerinin yanındalarmış. Yalnız Mehmetçikler Amerikan ayılarının yanında biraz çelimsiz kalmış taabi. Amerikalıların komutanı bizim komutanın yanına gelmiş, alaycı bir tavırla, 'Siz bunlarla mı geldiniz Kore'de savaşmaya Hiç gelmeseniz de olurdu canım' diyerekten bizim askerlerden birini şöyle iki yanından sallamış. Askercik sendeleyip düşer gibi olmuş, arkadaşlarından biri tutmuş garibi. Türk komutan bütün sakinliğiyle "Bakın bayım" demiş, (Yani İngilizce olaraktan "look mister" demiş. Hem de herifin konuştuğu Kuzey Virginia aksanıyla söylemiş bunu) "Bu asker size saygısızlık olmasın diye öyle sarsıldı. İsterseniz şimdi tekrar deneyin. Aynı şeyi bir daha yapabilirseniz, biz tasımızı+tarağımızı toplayıp derhal ülkemize geri döneceğiz."

Amerikan komutanı alay eder vaziyette, o çelimsiz dediği Mehmetçiği yine sallamaya çalışmış. Ama çocuğu bir milim bile yerinden oynatamamış. Adam bütün gücüyle bir daha denemiş ama nafile. Amarikan komutanı anlamış taabi yanlışını. Hemen bizim komutanın elini sıkmış, bütün birliği de tek tek alınlarından öpmüş... "Zaten İngilizcenizin mükemmeliğinden anlamalıydım. Beni affedin" demiş.


ZİNCİRLEME

Küçük kız,hüzünlü bir yabancıya gülümsedi.
Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardim eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı,yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğle yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.
Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köse başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.
Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki... İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnini ilk defa doyurduktan sonra,bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu islik çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce,kucağına alıverdi.
Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı.
Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki,önce fakir adam uyandı,sonra bütün apartman halkı... Anneler,babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp,ölümden kurtardılar...
Bütün bunların hepsi,beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu.



BENİM MASKOTUM

89yaşındaki yaşlı adamın hemşireleri ona sürpriz bir parti düzenlemişlerdi. Bu aktif ve uyanık emekli doktorun iki yıl önce bacağı kesilmişti. Zamanının çoğunu tekerlekli sandalyede geçirip bir bacakla yaşamaya alışmak gerçek bir hayat mücadelesini gerektiriyordu.

Aydınlık ve iyi dekore edilmiş odayı aile bireyleri, arkadaşları ve gö*nüllüler doldurmuştu. Yaşlı adam gruba şöyle bir baktı ve hemşirelerden birinin çocuğu olan altı yaşındaki küçük kıza yanma gelmesi için işaret etti. Küçük kıza sarıldı ve onu herkese "Bu kız benim maskotum" diyerek tanıttı. Gruptaki insanlara onunla ilk tanıştıkları günü hala unutamadığım anlattı. Küçük kız odaya girmiş, bir yaşlı adama, bir de tekerlekli san*dalyede bir paçası sıyrılmış pantolona bakmış ve "Protezin nerede?" diye sormuş. Küçücük bir kızın bu kelimeyi bilmesi onu çok şaşırtmış. Küçük kız ona kendi protezini göstermiş ve hikayesini anlatmış. Üç ya*şındayken, bir adam zorla evlerine girmiş, 17 yaşındaki erkek kardeşini öldürmüş ve maket bıçağıyla küçük kızın bacağım kesmiş.

Küçük kız, yaşlı adama şikayet etmemesini, iki ayakla geçirdiği 88 yıl için Tanrıya şükretmesini söylemiş. Şimdi aralarında oldukça özel bir bağ oluşmuş. Küçük kız yaşlı bir adama yardım edebildiği için ken*disiyle gurur duyuyor. Yaşlı adamsa, protezin önündeki bütün engelleri kaldırmasıyla enerjik ve neşeli adımlar atabilen küçük kız sayesinde hayata gülümseyebiliyor.

Hedy J. Dalin



Unutmayın, hepimiz sendeleye sendeleye yürüyoruz. Bu yüzden olsa gerek elele yürümek hepimizi rahatlatıyor.

Emily Kimbrough

İHTİYAÇ DUYULDUĞU AN CESARET

1991yazında kocamla birlikte İrlanda'ya gitmiştik. İyi birer Ame*rikan turisti olarak biz de doğal olarak Biarney Castle'ı ziyaret ettik. Biarney Castle'ı ziyaret eden her turist gibi şüphesiz biz de Biarney ta*şım öptük. Biarney taşına ulaşabilmek için dapdar merdivenlerden tır*manmak zorunda kalıyorsunuz. Yüksekten her zaman korkmuşumdur, açıkçası benim klostrofobim var. Bu yüzden de kocamdan bensiz çıkmasını, sonra da bana çıkıp çıkarmayacağımı söylemesini istemiştim. Kocam geri geldiginde, "Ne düşünüyorsun? Ben de yapabilir miyim, ne dersin?" diye sordum. O yanıtım vermeden iki ufak tefek yaşlı bayan bana yaklaştılar ve "Şekerim, biz yapabildiğimize göre sen hayli hayli yaparsın." dediler. Ve ben Biarney taşım öptüm.

İrlanda'dan döndükten yaklaşık bir ay kadar sonra, meme kanseri olduğumu öğrendim. Radyasyon ve kemoterapi görmem gerekiyordu.

Doktor kemoterapi sonucunda olabilecek her şeyi bana tek tek an*lattı. Saçımı kaybedebileceğimi, mide bulantısı çekebileceğimi, şiddetli ishal olabileceğimi ateşimin yükselebileceğini, çenemin kilitlenebileceğini bir bir sıraladı. Sonra da bana sordu, "Başlamaya hazır mısın?" Evet, kendimi gerçekten başlamaya hazır hissediyorum!"

Tedavinin başlaması için kocamla birlikte bekleme odasında bek*lerken birdenbire çok kaygılandım ve korktum. Kocama döndüm ve "Sence bunu yapabilir miyim?" diye sordum. Karşımızda kemoterapileri henüz bitmiş iki ufak tefek yaşlı bayan oturuyordu! Kocam elimi tuttu ve "Bebeğim, bu aynen Biarney Castle gibi olacak! Onlar yapabiliyorlarsa, sen de yapabilirsin!" dedi. Ve ben başardım,

Cesaretle ilgili şu gerçeği biliyor musunuz? Cesaret insana ihtiyaç duyduğu anda geliyor.

Maureen Corral

YOLUMUZDAKİ ENGEL

Eski çağlarda bir kral yolun tam ortasına iri bir kaya parçası koy*durmuş. Sonra da saklanmış ve bu kocaman kayayı birinin gelip kaldırıp kaldıramayacağım gözlemeye başlamış. Krallığın en zengin tüccarlarından biri adamlarıyla yaklaşmış ve kayanın etrafında şöyle bir dönmüş. Adamların çoğu yolları temizletmediği için kralı suçlamışlar, ama hiçbiri de kayayı yolun ortasından kaldırmak için bir çabada bu*lunmamış. Sonra sırtında yüklüce saman taşıyan bir çoban gelmiş. Kayaya yaklaşınca, sırtındaki yükü yere bırakmış ve kayayı yolun kenarına itmeye çalışmış. Kayayla epeyce itişip kakıştıktan sonra başarmış.

Çoban samanım sırtına geri yükledikten sonra gözü tam kayanın yerinde yolun üstünde duran cüzdana ilişmiş. Cüzdanda bir sürü altın para ve kralın bu altınları yolun ortasındaki kayayı kaldırabilene ba*ğışladığım belirttiği bir not varmış.

Çoban diğer insanların hiç anlayamadığı bir şeyi öğrenmiş: Her engel insana o andaki durumunu geliştirme şansı yaratan fırsatlar sunar.

Brian Cavanaugh


ANILAR ÜZERİNE


MARC'IN ANISINA

Judy ve Jim, oğulları Marc'ı 15 yıl önce kaybetmişlerdi. Diğer bir*çok anne baba gibi Jim ve Judy de iki çocuklarının sonsuza dek onlarla yaşayacağım düşünürlerdi. Bir gün oldukça nadir görünen bir hastalık Marc'ın hayatım almıştı. Ortada hasta olduğuna ilişkin bir belirti bile yoktu. Bu yüzden Jim ve Judy çocuklarına veda etme ve onu ne kadar çok sevdiklerini söyleme şansım yakalayamamışlardı. Oğullarının ölümü onları tam anlamıyla darmadağın etmişti.

Uzun yıllar sonra Judy ve Jim Bermuda'ya tatile gitmişlerdi. Orada çok hoşlarına giden bir heykel beğendiler. Bu bankın üstüne oturmuş kitap okuyan bir çocuğun heykeliydi. Her ikisi de heykele vurulmuşlardı, almayı istiyorlardı, ama heykel çok pahalıydı ve almaya güçleri yetmedi. Jimher ihtimale karşı heykeli yapan sanatçının adım ve adresini almıştı.

Yıllar sonra, Jim, heykeli 50 yaşına giren Judy'ye sürpriz olarak almak istedi. Sanatçının stüdyosunu aradı, ama orada çalışan görevli o heykelden dünyada sadece 10 tane olduğunu söyledi. Bunlardan birini almanın tek yolu sanatçının kendi elindeki orijinal heykeli vermesiydi. Sanatçı Jim'le bağlantı kurdu ve üzülerek karısının bu heykelden asla ayrılamayacağını belirtti. Sanatçı yine de bazı alıcılarla bağlantı kurup heykeli elden çıkarmak isteyip istemeyeceklerim öğrenmeye söz verdi. Sonunda, İngiltere'deki alıcılardan birinin heykeli Jim'e satmayı istediğini öğrendi.

Jim, Judy'e ellinci yaş gününde yıllar önce aşık oldukları heykeli he*diye etti. Judy şaşkına dönmüştü. Orada oturup hayranlıkla heykeli izlerlerken, heykelde daha önceden fark etmedikleri bir şey dikkatlerini çekti. Küçük çocuğun okuduğu kitaba yakından baktıklarında üzerinde "Marc Kitabı" yazılı olduğunu gördüler. İkinci kelime M-A-R-C olarak yazılmıştı, aynen oğullarının kendi adım yazdığı gibi. Judy ve Jim oğullarının sonsuza dek yok olduğunu düşünüyorlardı. Oysa o anne babasına sevgisini annesinin ellinci yaş gününde bile ulaştırmayı başarmıştı. Fiziksel bağlılıklar geçicidir. Sadece sevgi ölümsüzdür.

Denise Sasaki
 
ONU NE KADAR ÇOK SEVDİM

Rahip, mezarlıktaki işini bitirmek üzereydi. O anda elli yıllık karısını kaybeden 78 yaşındaki adam "Onu ne kadar çok sevdim." di*yerek çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı. Yaşlı adamın yaslı sesi tö*renin asil sessizliğini bozmuştu. Mezar başındaki diğer aile bireyleri ve dostlar şok olmuşlardı, utanç içindeydiler. Yetişkin çocukları alı alı moru mor babalarım yatıştırmaya çalıştılar. "Tamam, baba. Seni anlıyoruz." Yaşlı adam gözlerim dikmiş kazılan mezara yavaş yavaş inen tabuta bakıyordu. Rahip törene devam etti. Törenin sonunda, aile bireylerim ölüm töreninin kapanışı olarak tabutun üstüne toprak atmaya çağırdı. Yaşlı adam hariç hepsi sırayla toprak attılar. O "Onu ne kadar çok sevdim." diye sesli sesli konuşuyordu. Kızı ve iki oğlu konuşmasını engellemek istediler, ama o devam etti, "Onu sevmiştim!"

Kalabalık mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, yaşlı adam git*memekte direniyordu. Gözlerini mezara dikmiş bakıyordu. Rahip yak*laştı, "Kendinizi nasıl hissettiğinizi biliyorum, ama gitme zamanı geldi. Buradan ayrılmalı ve kendimizi hayatın akışına bırakmalıyız." dedi.

Yaşlı adam çaresizlik içinde bir kez daha "Onu ne kadar çok sev*dim." diyerek söylendi. "Beni anlamıyorsunuz," dedi rahibe "ben bunu ona sadece bir kere söyleyebildim."

Hanoch McCarty, Ed.D,



İnsanoğlunun en büyük zayıflığı, hayattayken insanlara onları ne kadar sevdiğim söylemekte tereddüt etmesidir.

O.A. Battista


BİR ÇOCUĞUN BİLGELİĞİ

Bob'la tanışıp aşık olduğumda 16 yaşındaydım. İki yıl sonra evlendik. Bu aynen gerçekleşen bir masal gibiydi. Birbirimize ve çocuklarımıza aşkımızı, sevgimizi dile getirmeden bir tek gün bile geçirmedik.

Her gece uyumak için yatak odamıza çekildiğimizde gelecekle ilgili planlar yapardık. Fakat kısa bir süre sonra Bob'a lösemi teşhisi kondu. 18 ay yaşam mücadelesi verdikten sonra 42 yaşında hayata gözlerini yumdu. Onunla birlikte sanki ben de ölmüştüm.

O gece beni teselli etmek için arkadaşlarımız gelmişti. Kendimi yemek yemeye zorlarken, kocamın yakın arkadaşlarından birinin altı yaşındaki kızı, "Bayan Alice, başka biriyle mi evleneceksiniz?" diye sordu.

"Hailey!" diye bağırdı içlerinden biri. Onun kocaman gözlerine bakınca benim yeniden mutlu olmamı istediğini kolaylıkla anlayabiliyordum.

"Dünyanın en iyi eşine sahip olmuşsan, bir daha evlenmek is*temezsin." diye yanıtladım.

Oysa üç yıl sonra, hayatıma yeniden neşe getiren babası Mark'la evlendiğimde, dünyanın en iyi ikinci eşine sahip olduğumu Hailey'e söyleyebilirdim. Hailey şu anda 15 yaşında ve bana hayatın devam ettiğini bilgece gösterdiği o masum soruşu aklımıza geldiğinde hala gülümsüyoruz.

Alice Cravens Moore Woman's World'den (Kadınların Dünyası) alınmıştır.

Çocuklar sizin dünyanızı sizin için yeniden keşfederler.

Susan Sarandon

BİR HATIRLATMA

Aralığın 24'ünde, babamın cenazesinin kaldırıldığı günün akşamında kardeşlerimle annemin nerede yaşayacağına karar vermek amacıyla ço*cuklukta yaşadığımız evde biraraya gelmiştik. Babam geride beş çocuk ve 54 yıllık yaşamının sevgi abidesi annemi bırakmıştı. Annem zar zor yürüyor ve hareket edebiliyordu. Babam onun en büyük yardımcısıydı. Annemin yalnız yaşaması düşünülemezdi.

Konuşmaya başladık. Annem de konuştuklarımızı dinliyordu. Tartışmalarımız gittikçe alevlendi. Şokun etkisiyle düşünme yetimizi kaybettiğimizden, yaşadığımız acı bağlarımızı gevşettiğinden konuşma anneme nasıl bakılacağından çok bunun neye mal olacağı çerçevesinde dönüp dolaşıyordu. Tartıştıkça acımız arttı ve babamın kaybının bir*birimizi kaybetmemizle sonuçlanacağım düşünmeye başladık. Annem şaşkınlık içinde bizi dinliyordu. Ailemizin babamla birlikte öleceği korkusunu yaşamaya başlamıştık.

Savaşın tam ortasında önce kapının çaldığım sonra da dini şarkılar söylendiğini duyduk. Erkek kardeşim kapıyı açtı. Hepimiz de gör*düğümüz şeye çok sevindik. Dışarısı genç kilise öğrencileriyle doluydu. Başlarında o gün babamı gömen rahip vardı. O da en az bizim kadar şaşırmıştı. Bu evin bizim ailemize ait olduğunu bilmiyordu.

Dersimizi almışçasına "Peace on Earth" (Yeryüzünde Barış) melodisini dinledik ve kapıyı kapadık. En büyük erkek kardeşim şaşkınlık içinde, "Onları babam gönderdi. Bize adam olmamızı ve annemize bakmamızı söylüyor." diyerek mırıldandı.

Beynimizde bu sözler yankılanarak tartışmayı kestik ve birkaç saat içinde bir plan yaptık. Annem erkek kardeşlerimden biriyle yaşayacaktı. Çocukluğumuzun evi kapalı ve çıplak olacakta, ama ailemiz yeniden doğmuş gibiydi.

Marily L. Teplitz

BENİM KAHRAMANIM

Gordyn dayımı hep bir kahraman olarak görmüşümdür. Ben altı ya*şındayken ayakkabılarımdaki çamurları siler, başımın belaya girmesini önlerdi. Üniversitedeki ilk yılımda annemle, onun modası geçmiş, kendisine küçülmüş giysilerini bana giydirip okula göndermek istemesi konusunda şiddetli kavgalar yaşamıştık. Dayım benim tarafımı tuttuktan sonra bu tartışma bir daha gündeme gelmemişti. Annemler bana değil de erkek kardeşime araba aldıklarında dayım bu adaletsizliğe de par*mak basmışta.

Dayımın en sevdiğim yanı, benim kendimi dünyadaki en değerli insan gibi hissetmemi sağlamasıydı. Annemle babam 50'nci evlilik yıldönümlerini kutlamayı planlarlarken o yıldönümü kutlamalarına ka*tılmayacağım belirtmişti. Yengemden boşanalı 20 yıl olmuştu, ama bütün aileyle yüz yüze gelme düşüncesi ve bu boşanmayı onaylamadıklarından emin olmak onu rahatsız ediyordu. Sürekli hayır demesine rağmen, annem gelip gelmeyeceğini bir kez daha sorduğunda, anneme bir daha sormamasını söylemişti. Partide onu görünce yanma yaklaşıp annemi her aradığımda gelip gelmeyeceğim sorduğumu söyledim. "Biliyorum tatlım," dedi "zaten ben de bu yüzden geldim." Kendimi hep onun küçük prensesi gibi hissediyordum.

Öldüğünde, "Üzgünüm, çünkü bir daha onunla Noel kutlayamayacağım," diye düşündüm. Fakat üzüntüm bundan daha derindi. Bir yetişkin olarak her ne kadar arkadaşlarımdan sevgi ve kabul görsem de içimdeki altı yaşındaki çocuk, çocukken reddedilmiş ve sevgisizlik çekmişti. Artık kimse beni prenses gibi görmeyecekti. Benimse buna aşırı derecede ihtiyacım vardı.

Bir gece rüyamda Gordyn dayımı altı yaşındaki kızı kollarına almış sallarken gördüm. Yetişkin halime "Her ikisini de yaptım." dedi. "Şimdi sıra senin." Ona bunu anlamadığımı söyledim. "Yıllar boyunca

kendini hiç sevmedin." dedi. "Ben de bu yüzden seni hem kendi ye*rine, hem de benim yerime sevmek zorunda kaldım. Her ikisini de yap*tım. Şimdi sıra sende." Kalbimde küçük Nancy'yi kollanma aldım ve "Sen benim küçük prensesimsin" diye fısıldadım. Nancy'nin göz*lerindeki bakış o eskiden gördüğüm bakıştı. Bu küçük bir kızın kendi ki*şisel kahramanına gönderdiği bakıştı.

Nancy Richard-Guilford


BÜYÜK B

Ben ona Büyük B adım takmıştım. O benim büyük erkek kardeşimdi. Biz birbirimizin tam zıttıydık ve birbirimizi çılgına çeviriyorduk, ama aramızda oldukça güçlü ve yıpranmaz bir bağ vardı. Her ikimiz de yaptığımız hiçbir şeyin, ne kadar denemiş olursak olalım yeteri kadar iyi olmayacağım biliyorduk. Tanıyan herkes Büyük B'ye hayrandı. Ko*caman bir yüreği vardı. Kendisi hariç herkesin iyiliğim isterdi.

Toplum tarafından *****, tembel, disiplinsiz ve geri zekalı olarak etiketlenen yüzlerce çocuğa ders vermişti. Kardeşim o çocuklarda farklı bir beceri keşfetmişti. Esasında, kendisi de öğrenme güçlüğü çekiyordu. Bu onun sırrıydı. O ve öğrencileri bu dünyada farklı biri olmanın ne ol*duğunu birlikte keşfediyorlardı.

Büyük B yaşamının son yılında başka bir zorlukla daha yüz yüze gel*mek zorunda kalmıştı. Sevilmeye değer biri olduğunu kabullenmek is*

temiyordu. Büyük B dokunduğu herkese mutluluk ve sevgi saçan bir ışıktı. Bunu, o hariç herkes anlamıştı.

Ben ona sevilmeye değer biri olduğunu ispat etmeye kararlıydım. Kanser, altıncı ve son kere bütün vücudunu sarınca, sonunda acı ve karmaşa dolu dünyasının kapılarını açıp içeri girmeme izin verdi. Hayatının son günlerinde avuç kadar kalmışta. Gözkapakları ka*panmıyordu. Göz kapaklarım kırpamayacak kadar zayıf düşmüştü. Sesi fısıltı halinde çıkıyordu. Bütün yapabileceğim onu kollarımın arasına alıp sevmekti. Onun bütün yapabileceği ise bunu kabul etmekti.

Büyük B hayatı boyunca şımartılmıştı ve bu hoşuna gidiyordu. Kendini konuşamayacak kadar zayıf hissettiğinde, parmak uçlarıyla elime dokunup elini tutmamı istiyordu. Erkek kardeşim sonunda sevgi alıp ver*meyi öğrenmişti. Yıllarca yapılan kavgalar, anlaşmazlıklar ve duyguları yakalayamama çaresizliği sona ermişti. Sonunda daha büyük bir gücün ona kendini sevmesi konusunda yardımcı olmasına teslim olmuştu.

Son konuşmalarımızdan birinde gizli gizli kulağıma "Ben gerçekten seviliyorum, değil mi?" diye fısıldadı. Bu onun hayat bulmacasının eksik kalan parçasıydı. Sonunda sevilmeye hakkı olduğunu anlamıştı.

Paula Petrovic
 
Son düzenleyen: Moderatör:
Back
X