- 15 Şubat 2007
- 351
- 1
2000 yıllık imparatorluk’ diye de anılan Çin, dört bin yıllık bir tarihe ve son 80 yıl hariç, hep içe dönük bir yapıya sahip olmuştur. Bugünün Çin’i ise, 1920’lerde başlayan hızlı bir değişim sürecinde, 4 ayrı rejim yaşayarak şekillenir. Popüler Tarih, bu ay, dosya ve kapak konusu olarak, M. Tanju Akad’ın yazılarıyla, bu süreci araştırdı.
Çin, nasıl bir tarihe sahip, bu tarihin özellikleri nedir?..
Çin, bütün dönemlerde, dünyanın en şaşırtıcı ülkelerinden birisi olmuştur. “İki bin yıllık imparatorluk” diye de adlandırabileceğimiz Çin, ‘altın çağını’ M. S. 618-907 yılları arasında, Tang Hanedanı ile yaşadıktan sonra, M. S. 960’larda, farklı hanedanlar arasında parçalara bölünür.
Bu büyük ülke, yüzyıllar boyu, önemli ölçüde içe dönük bir hayat sürdükten sonra, art arda hızlı değişimler yaşamaya başlar ve bu değişimler, ağır sarsıntılarla şekillenen bir oluşum yaratır. Bütün bunlar da, toplam olarak, 80 yılda ve 4 rejim içinde şekillenir...
Çin’de bugün hâlâ, İmparatorluk çağında doğmuş, Mançu Hanedanı’nın yıkılışını görmüş, çocukluğunda Cumhuriyet’i yaşamış kişiler vardır! Üstelik bunlar Japon işgalini, İç Savaş dönemini, sosyalizmi, kültür devrimini; art arda iktidar mücadelelerini ve nihayet yeni liberal düzeni de gördüler!
Tabii Tayvan ve Hong Kong’daki Çinliler ve keza, iç bölgelerde yaşayanlarla kıyılarda yerleşmiş olanlar, bu süreçleri kendi farklılıkları içerisinde yaşadılar.
Antik Çağ’dan 20. Yüzyıl’a uzanabilmiş bu yegane imparatorluğun şaşırtıcı bir özelliği de, düşmanla karşılaşma olasılığının olmadığı en ücra köylerde bile, memur ve varlıklıların çok yüksek duvarlar arkasında yaşaması idi.
Bunun nedeni, dünyanın hiçbir ülkesinde halkın yöneticilere karşı nefretinin bu kadar büyük olmamasıydı!
Köylüler hayat ile ölüm arasında çok ince bir çizgide yaşıyor, doğa koşullarındaki en ufak bir terslik, örneğin yağmurun az veya çok yağması, Çin’in meşhur açlık felaketlerini yaratıyordu.
Kayıtlara göre, M. Ö. 108 yılından Cumhuriyet rejiminin ilan edildiği 1911 yılına kadar, bu ülkenin şu veya bu eyaletinde, tam 1.828 açlık felaketi meydana gelmiş ve sayısız milyonlar, arka arkaya ölmüşlerdi...
Çin’in en büyük sorunu, gıda bulmaktı. Bu tür bir ortamda, dünyanın en örgütlü ‘rüşvet’ sistemini oluşturmuş Çin bürokrasisi, halkı ezerken, 19. Yüzyıl’da buna sömürgeci güçlerin aşağılamaları da eklendi: Artık savaş ve isyan dalgaları birbirini kovalamaya başlayacaktı...
Afyon Savaşları, Çin’de batılı güçlere karşı yapılan ilk büyük mücadeledir. İngilizler, 18. Yüzyıl’da Doğu Hindistan’da ürettikleri afyonu Çin’de pazarlamaya başlamışlardı.
Çin imparatoru, ülke halkının esrarkeş yığınları haline gelmesinden büyük rahatsızlık duyuyordu; ama 1792 yılındaki yasaklamaya rağmen, İngilizler rüşvetçi mandarinler ve memurlar sayesinde, bu çok kârlı ticareti sürdürdüler.
Nihayet 1839 yılında, dönemin imparatorunun özel müfettişi Lin Zişu, Kanton’da el koyduğu esrarı denize döktü.
Hindistan gelirinin altıda birini yitirme durumu karşısında, İngilizler derhal askerî harekata giriştiler ve yeni taktikler karşısında çare bulamayan Çinlileri art arda yendiler.
1842 yılındaki Nanking barışıyla, Çinliler serbest ticarete boyun eğip Hong Kong’u İngilizlere bıraktılar.
1852’den 1868’e kadar süren büyük ayaklanmanın ana sloganı “ta-kuan”, yani “memurları ezin” idi. Bu, büyük toprak sahipleriyle bütünleşmiş bürokrasiye duyulan tarihî nefreti yansıtıyordu.
Taiping kelimesi ise, uyum içinde yaşanan ‘Büyük Barışın Göksel İmparatorluğu’ anlamına gelmekteydi. Ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Tseng Kuo-Fang, köylülerin bu kadar istekle ölüme koşmalarını, yani nefretlerinin büyüklüğünü hiç anlayamamıştı.
Taiping isyanı sürerken, en büyükleri Nien ve Miao ayaklanmaları olmak üzere, sırf 1860-1870 yılları arasında, 42 isyan daha olmuş ve bu isyanlar, sayısı bilinmeyen milyonların öldürülmesiyle bastırılmıştı.
1870-1895 yılları arasında ise, 73 isyan daha meydana gelmiş; fakat bu isyanların hepsi de, ayaklanan kuvvetler tecrit edilip yenilerek bastırılmıştı... Batılıların Taipingler karşısında, zayıf Mançu yönetimini tercih etmeleri de asilerin yenilmesini kolaylaştıran bir faktör olmuştu..
Çin’in ticarete açılmakta direndiğini düşünen batılı güçler, 1856 yılında yeni bir savaş başlattılar. İngiliz ve Fransızlar, Kanton’u topa tuttular ve bölgeyi işgal ettiler.
1858’de Çinliler batılılara özel ticaret imtiyazları vermeyi kabul ettiler; ama koşulların yerine getirilmesinde direndiklerinden, ertesi yıl daha büyük ordularla karşı karşıya geldiler.
Pekin işgal edilirken Ruslar da Mançurya’da imtiyazlar elde ettiler. Çin bir yarı-sömürge haline geldi.
Batılıların taktik becerileriyle başa çıkamayan Çinliler, diğer Asya ülkeleri gibi, batının kurumsal yapılarını kendi bünyelerine uygulama arayışlarına girdiler. İşte bu noktada, Çin ve Osmanlı imparatorluklarının benzer yanları bulunduğunu söyleyebilmek mümkündür.
19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Çin, sürekli isyanlar ve yabancı işgalleriyle boğuşan bir ülke durumundaydı.
Ruslar İli ve Dairen (Port Arthur); Japonlar, Ryuku adalarını işgal ederken, Avrupalılar da yağmadan pay almak için yırtıcı kuşlar misali, ülkeyi didikliyorlardı.
Japonlar daha sonra Port Arthur’u Ruslardan almak için, 20. Yüzyıl’ın ilk büyük savaşını başlatacaklardı. Çin adeta bir açık sofra gibiydi. Fransa, Portekiz ve Almanya, liman ve körfezleri alıyor veya kiralıyorlardı. Yönetim çaresizdi. Yeni açılan batı tipi birkaç okul ve fabrikayla, batılı güçlere karşı duramıyorlardı.
1888’de ilk kez modern bir ordu kuruldu; ama çok uzun bir süre, bu ordu da, savaş yeteneğine sahip olamayacaktı...
Bürokrasinin muhafazakâr kanadının yozlaşmışlığı ve direnci, reform çabalarını sürekli baltalıyordu. 1898’de reformcu kanadın darbe girişimi önlendi; yakalananlar idam edilirken, kalanlar yurtdışına kaçtılar. Bu arada, yabancılara karşı duyulan nefret, önüne geçilemez bir şekilde büyüyordu...
Aralıksız süren isyanlar, 20. Yüzyıl’ın başına doğru, büyük bir dalga haline geldi. Halkın sömürgecilere ve misyonerlere karşı tepkileri, özellikle 1895 yılında, Japonlara karşı yenilgiden ve üst üste verilen imtiyazlardan sonra artmıştı.
1897 yılında ‘Adalet ve Ahenk’ adlı bir gizli örgüt tarafından başlatılan isyan, sel ve açlık felaketlerinin etkisiyle büyüdü. 1900 yılında Pekin ve yabancı elçilikler kuşatıldı.
Misyonerler, Hıristiyanlaşan Çinliler ve işbirlikçiler öldürülmeye başlandı. Sömürgeci güçlerin hızla oluşturduğu ortak ordu, Pekin’e ilerleyip katliama girişti.
1901’de imzalanan Boxer Protokolü ile, Çin çok büyük bir tazminat yükü altına sokuldu. Boxer’lar yenildi; ama isyanlar durmadı. İmparatorluğun son iki yılı olan 1909 ve 1910’da, sırasıyla, 113 ve 285 köylü ayaklanması patlak verdi...
Sinema tarihinde önemli bir yeri olan, Charleston Heston’lı “Pekin’de 55 Gün” filmi, işte bu kuşatmayı anlatır...
Çin, 1911 yılına, cumhuriyetçilerin başını çektiği bir dizi ayaklanmayla girdi. İmparatorun ‘son umut’ olarak isyanı bastırmaya çağırdığı General Yuan Shi-Kai, hanedanı kurtarmak yerine, cumhurbaşkanı olma koşuluyla efendisine ihanet etti.
Saray ise, muhafaza edilecekti; çünkü Yuan bir hazırlık süresinden sonra, düşürdüğü imparatorun yerine geçmeyi planlıyordu.
Cumhuriyetçilerin ‘barışçı çözüm’ adına kabul ettikleri anlaşma üzerine, 12 Şubat 1912’de imparator tahttan çekildi. Uzun bir sürgünden sonra Cumhuriyet’in başına getirilmiş olan Sun Yat Sen de, ertesi gün yerini Yuan Shi Kai’ye terk etti. Böyle kirli pazarlıklarla başlayan Cumhuriyet, tek bir huzurlu gün yaşamayacaktı...
İmparatorluk, düşmanlar ve yalancı dostlarla çevrilmişti. Cumhuriyet ise, onu doğarken boğmak isteyenlerle kuşatıldı.
Cumhurbaşkanı Yuan’ın planı, Cumhuriyet’i çökertip kendi hanedanını kurmaktı. Cumhuriyetçileri tek tek temizlerken, eski nesil bürokrat ve askerlere güvendi. Bu arada, monarşi çağrısı yapacak kukla cemiyetler de örgütlendi.
Ne var ki, bir Japon müdahalesi, geliştirilen bu senaryonun sonunu getirdi: Avrupalıların kendi aralarında boğuştukları 1915 yılında, Japonlar, Çin’i bir sömürge statüsüne indirgeyen “21 talep”i gönderdiler.
Yuan bu taleplere karşı kararlı bir tavır alamayınca, bütün prestiji sıfıra indi. Ordu karıştı. Yuan 1916 Mart’ında istifa etti ve birkaç ay sonra öldü.
Bundan sonrası, ‘Savaş Ağaları Dönemi’ adı verilen tam bir karmaşa dönemiydi. Her bölgede, kendi kokuşmuş yönetimlerini kuran generaller; keyfî vergiler koyuyor, afyon ticaretini yürütüyor, memurlukları satıyor ve çok sıkışırlarsa da, ‘kıyıdaki’ İngilizlere sığınıyorlardı...
Bazı Çinliler, I. Dünya Savaşı bitince batılıların Japonları dizginleyip nispî bir barış dönemi getireceklerini umdular. Ama Paris Konferansı birçoklarının umudunu bağladığı teslimiyetçi tutumun bir işe yaramayacağını gösterdi.
Hükümetin de aczini gören öğrenciler, 4 Mayıs 1919 günü, Tien An Men meydanında toplandılar ve halkın büyük öfkesine tercüman oldular.
Gösteriler ve genel grevler birbirini izledi. Bu bir dönüm noktasıydı; çünkü yeni nesil ülkenin kaderini eline almaya karar vermişti.
Birkaç ay içinde, ulemanın kullandığı eski dilin yerine, halkın anlayacağı dilde 400 gazete ve dergi yayımlandı, kızlar saçlarını kesti, batıl inançlar yıkıldı, afyon içimi azaldı, binlerce kitap yayımlandı.
Özellikle kadınların özgürleştiği büyük bir atılım yaşanıyordu ve geleceğin kadrolarının hemen hepsi, bu ortam içerisinde politikaya atılan gençler arasından yetişti...
I. Dünya Savaşı’nı adil bir barışla değil, intikam ve yağma antlaşmaları ile sona erdiren batılı güçler, dünyanın dört bir yanında yeni savaşların tohumlarını atmışlardı.
1921 yılında Çin Komünist Partisi (ÇKP) kuruldu. Ancak o dönemin Rusya’sında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) politikası, Sun Yat Sen’in Milliyetçi Partisi’nin yani Kuomintang’ın desteklenmesi yönündeydi ve ÇKP’yi onları desteklemeye zorladılar. Kuomintang ise bir yandan bölgelere hakim olan savaş ağalarını, diğer yandan da ÇKP’yi tasfiye etmeyi amaçlıyordu.
Ordu, savaş ağalarını tasfiyeye başladı; ama kıyılarda, astığı astık kestiği kestik Japonlara gücü yetmiyordu.
1925 yılında ölen Sun Yat Sen’in yerine, Çan Kay Şek geçti. 1927 yılındaki Şanghay genel grevi buna vesile oldu.
Komintern tarafından silah bırakmaya sevk edilen işçiler ve komünistler, Koumintang tarafından katledildiler. Bu arada Çan Kay Şek de kenti yağmalıyordu.
ÇKP’nin diğer kentlerdeki girişimleri de başarısız olunca, Moskova politikasına karşı çıkarak kırlara çekildiler. Mao Zedung ile Moskova arasındaki büyük ayırım burada başladı...
1927 katliamlarından sonra, komünistler kırlara çekilerek ‘kurtarılmış bölgeler’ yaratmaya çalışırken, Kuomintang da, onları yok etmek için art arda seferler açıyordu.
Çinliler kendi aralarında savaşa dursunlar, Japonlar 1931 yılında ‘Mukden Olayı’nı bahane ederek Mançurya’ya girdiler. Bu sırada Çan Kay Şek’e Alman uzmanlar gönderilmiş, diğer batı ülkeleri de malzeme sağlamışlardı.
Japonların yardımı ise, ona bir süre serbestî tanıma şeklinde oldu. Çan Kay Şek’in art arda dört kampanyası başarısız olduktan sonra, 1934 ilkbaharında, beşinci ve son saldırı başladı.
Komünistler kuşatılıp yok edileceklerini anlayınca, Ekim ayında üslerini bırakıp yola çıktılar. Bir buçuk yıl sonra, Kuzey Shensi’ye geldikleri zaman, on iki bin kilometre yürümüşler, on sekiz sıradağ ve yirmi dört ırmak aşmışlar ve geçtikleri on bir eyalette, altmış kasaba ve kenti ele geçirip halka kendilerini tanıtmışlardı.
‘Uzun Yürüyüş’ Mao’yu ÇKP’nin liderliğine taşıyacaktı...
‘Uzun Yürüyüş’ ÇKP’nin ve ülkenin kaderini belirlerken, bir simge haline gelecek bu girişimin kararları, Zunyi kentinde alınıyordu: Moskova yanlısı liderler, klasik taktiklerden vazgeçmiyor ve mevzi savunması yaparken; Mao ve arkadaşları, o dönemde hedeflerinin kentleri ele geçirmek değil, hareketli savaş yapmak olduğunu savunuyorlardı.
Yürüyüş’ün daha üçüncü ayında, yola çıkan 120 bin kişiden 90 bin kayıp verilmişti. Mao, hareketin liderliğini ele geçirip orduyu toparlarken Moskovacılar tekrar tekrar iç çatışma yaratıyorlardı.
Lin Biao’nun bir savaş hilesiyle ele geçirdiği Zunyi kentinde, 6 Ocak 1935 günü yapılan toplantıda, Mao Zedung çizgisi ÇKP’ye kabul ettirildi. Moskovacılar ile çıkan ayırım ise hiçbir zaman bitmedi. 1950’lerde iki ülkenin tüm ilişkileri kesip savaşın eşiğine gelmelerine kadar da uzandı.
Çinliler Moskova’nın güdümüne girmeyi asla kabul etmeyeceklerdi. Bu konferansta yer alan Çu En Lay, 1970’lere; Deng Siao Ping ise, 1990’lara kadar ülkenin kaderinde önemli roller oynadılar.
Komünistler, Kuzey Şensi’de toparlanırken Kuomintang, Japonların yeni saldırıları karşısında gerilemeye devam etti. Bu durum Japonların, Pu-Yi’yi göstermelik olarak başında tuttukları kukla Mançukuko devletine karşı savaşmaya can atan Mançuryalıların daha iyi mücadele eden komünistlere yaklaşmalarına neden oldu... 20. Yüzyıl’ın son çeyreğinde, ünlü yönetmen Bertolucci’nin ‘Son İmparator’ filmi de, Japon kuklası Pu-Yi’nin acıklı halini anlatacaktı...
Japonlar 1931’den itibaren Mançurya’yı ve kuzey kıyılarını işgal edip Pekin’e ilerlediler, 1941’de batılıların elindeki kıyı kentlerini de ele geçirdiler.
1945’de Japonlar teslim olup çekilirken, batılılar Çan Kay Şek’e desteklerini artırdılar. Ama komünistler, bu dönemden güçlenerek çıktılar.
Uzun Yürüyüş’ün sonunda, 50 binin altına inen üye sayıları 1945’e gelindiğinde 1.2 milyonu aşmıştı. 1946 yılında Kuomintang ile son hesaplaşma başladı.
Çan Kay Şek’in kağıt üzerinde; 345 tümene ek olarak, 60 bağımsız tugay ve 89 özel alayı vardı... Ama bunlar Kuomintang rejimi gibi içten çürümüştü. 1947 yılında Lin Biao’nun komutasında kurulan ‘Halk Kurtuluş Ordusu’ ertesi yıl zaferi kazandı.
Perişan durumdaki Kuomintang askerleri dağılıp giderken, 3 Şubat 1949 günü, Halk Ordusu’nun Pekin’de yaptığı görkemli geçit töreni ile, başından beri iktidarlara hâkim olamayan cumhuriyet rejiminin sonunu ilan ediyordu...
Çin Halk Cumhuriyeti 1 Ekim 1949 günü resmen ilan edildi. 1950’lerin ilk yarısı, ülkenin istikrara kavuşturulabilmesi, Çin’in geleneksel yapısında var olan ‘yerel iktidar’ odaklarının kontrole alınması, örgütlü suçlarla mücadele, Kore Savaşı ve toprak reformu çalışmalarıyla geçti.
Ne var ki, ağır sanayii temel alan bürokratik bir ‘Sovyet tipi’ gelişme modelinin taklidi, ciddi rahatsızlıklar yaratmaktaydı.
Moskova’nın ağırlığı ülkeyi ve partiyi büyük sorunlara gebe kılmıştı; ama buna karşı bir başka yanlış yapılacaktı: Özellikle 1917 Şanghay Ayaklanması’ndan sonra, Çin Komünist Partisi, esas itibariyle Çin’in geleneksel köylü ayaklanmalarını yeni bir sistem içerisinde örgütlenmesini temsil etmekteydi.
Rejim, köylüleri her zaman kontrol edebiliyordu; ama kentlerin ağırlığı arttıkça kontrolü zayıflayacak, bu bir dönem büyük kargaşalıklar yaratacak, sonra da sistem değişecekti...
Toplumlar, güçlerini ve birikimlerini aşarak, uzun süre ilerleyemezler ve onları bu yönde zorlayan liderler büyük felaketlere neden olurlar.
Çin de, 1958 yılında ilan edilen ‘Büyük Atılım’ yıllarında bunu yaşadı. Sanayi, tarım ve kolektifleşmede dev atılımlar yapılacaktı: Kooperatifler komünlere dönüştürüldü ve köylerde binlerce küçük demir fırını kuruldu.
Halk sulama kanalları ve kamu işlerinde gönüllü çalışmaya sokuldu. 1958’de üretimin bir yılda yüzde 34 arttığı resmen ilan edildi. Ertesi yıl da benzer sayılar tekrarlandı. Ama bu durum, fizik kurallarına aykırıydı! Bir şey koymadan bir şey alınamazdı. Nitekim istenilenin tam tersi gerçekleşti ve zaten hassas olan dengeler bozulunca, 1959 yazında yaygın açlık başladı.
1961’e gelindiğinde, millî gelir 1958’e göre, yüzde 15 düşmüştü. Siyasî irade buğdayları büyütememiş, insanların enerjisini israf etmiş, köy fırınlarının ürettikleri demir çelik ise, hurdadan başka bir şeye dönüşememişti.
Kriz ve açlık, Mao’nun itibarını düşürdü; sağ kanat olarak adlandırılan Liu Şao Şi ve Deng Siao Ping, yönetimde ağırlık kazandılar.
Mao, 1960’ların başında iktidarı karşıtlarıyla paylaşmaktan mutlu değildi: Ayrıcalıklı kesim büyüyor; devlet, parti ve üretim birimlerinde güç kazanıyordu. 1965 yılında Mao sınıf mücadelesinin derinleştirilmesi için çağrılarını artırdı.
‘Kızıl Muhafızlar’ adı verilen gençler ayrıcalıklı olarak niteledikleri yöneticilere, sanatçılara, partideki ılımlılara, üniversitelilere karşı şiddetli bir kampanya açtılar.
Yüz binlercesi yayan olarak köyleri dolaştılar, fabrika ve kooperatiflerde toplantılar düzenlediler. Hızla fanatikleştiler ve kontrolsüz şiddet uygulamaya başladılar.
7Ak ile kara’ birbirine karıştı. Birçok insan ‘dönek’, ‘hain’ ilan edildi; eski kadrolar ahırlarda çalışmaya gönderildi.
İşçi ve askerler 1968’den itibaren, bu aşırılıklardan uzaklaşmaya başladılar; ama ‘Başkan Mao’ düşüncesini putlaştıran öğrencilerin aşırılıkları, 1972’ye kadar devam etti.
Bütün bu gelişmelerin, aslında parti içi hizip çatışmalarının aracından başka bir şey olmadığını geniş kitlelerin kavrayabilmesi için, uzun yıllar gerekecekti...
Kültür Devrimi, aşırılıkları ve hataları nedeniyle kitleleri uzaklaştırmış ve yormuştu. Aralıksız mücadelelerden sona halkın isteği, sınıf ve hizip mücadelesi değil, huzurdu.
Devrimin önderlerinden ve Mao’nun halefi olduğu resmen açıklanmış olan Lin Biao, 1971 yılında ‘sözde’ Rusya’ya kaçarken, uçağı düşüp ölmüş denildi...
Partinin kurucularından Liu Şao Şi 1968’de partiden atıldı ve 1974’de öldü. Uzun mücadelenin üç yoldaşı Mao, Şu En Lay ve Şu Teh de, 1976’da hayatlarını yitirdiler.
Bundan kısa bir süre sonra da, Kültür Devrimi’ni sürdürmek isteyen ve aralarında Mao’nun karısının da bulunduğu ‘dörtlü çete’ diye adlandırılacak grup, tutuklanıp mahkemeye çıkarıldı.
Kültür Devrimi, önce Mao’nun adı kullanılarak, sonra buna dahi gerek görülmeden, tasfiye edildi.
Eski yöneticilerden sadece Deng Siao Ping, Kültür Devrimi’nde işçi olarak gönderildiği traktör fabrikasından dönüp liberalizme geçiş sürecinde istikrarı sağladı...
1980’lere gelindiğinde, eski siyasetin yerini ‘verimlilik artışı’ ve ‘ekonomik kazanç’ temaları almıştı bile...
Çin, dev nüfusuyla modernleşmeye çalışırken, yeni bir ekonomik model geliştiremedi ve giderek kapitalist yöntemlere ve dünya ekonomisine entegre oldu.
1978’den sonra kitleler giderek politikadan uzaklaştılar; fabrika komiteleri lağvedildi ve yetki işletme müdürlerine verildi. Tüm devrimci komiteler adeta buharlaşıp uçtu.
Kitleler kullanmaya alışık olmadıkları iktidarın başkalarına verilmesine itiraz etmediler. Özellikle Kanton ve Şanghay gibi kıyı kentleri, çevreleriyle birlikte kapitalizmin gelişmesinde öncelik üstlendiler.
Buralardaki girişimciler büyük nüfusun sağladığı ucuz işgücünü kullanarak tüm dünyaya ihracat yapmaya başladılar...
Günümüzde, Çin’in kıyı bölgelerinde oturan 300 milyon nüfus -ki toplamın dörtte birinden azını oluşturuyor-, milli gelirin dörtte üçünü yaratıyor. Banka hesaplarının dağılımı da zenginliğin kıyılarda toplandığını gösteriyor ama daha da vurgulayıcı olan husus, hesap sahiplerinin yüzde 10’unun mevduatın üçte 2’sinden fazlasına sahip olması...
Bu durum, yeni değil. İmparatorluk zamanında da kıyılardaki tüccarlar zengindi ve kıyı kentleri lüks, yoksulluk ve batakhanelerin yan yana yığıldığı mekânlardı. Çin liderlerinin çoğu da politikanın yoğunlaştığı bu kentlerde yetişmişler, politikanın en kirli oyunlarını buralarda öğrenmişlerdi.
1920’lerde hem Kuomintang, hem de Çin Komünist Partisi bu kıyı bölgelerinde gelişti; ama kıyılardaki batı işgalleri ve Japon saldırıları nedeniyle, güç toplamak için, iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar.
Güç toplayıp ülkelerini kurtardıktan sonra, Hong Kong ile Tayvan, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dışında kaldılar.
Tayvan, ABD desteği altında çok hızlı bir ekonomik gelişme gösterdi; ama Çin, her zaman bu ülkenin Çin’e bağlanmasını bir iç mesele olarak gördü. Tayvan’ın kaderinin ne olacağı meçhul...
Tayvan’ın konumunu kavramak için, geriye dönüp bakarsak, ilginç ayrıntılar çıkar karşımıza...
Koumintang 1949 yılında, Kıta Çin’inde yenilince, Çan Kay Şek yaklaşık 2 milyon milliyetçi taraftarı ile birlikte, Formosa adasına kaçtı, başkenti Taipei olan ‘Çin Cumhuriyeti’ kuruldu.
Çin Halk Cumhuriyeti ile anlaştıkları tek nokta, burasının Çin’in bir parçası olduğu idi! Ne var ki, Tayvan birleşmeyi daima reddetti. Milliyetçilerin yönetiminde, ancak Çin’e yakın olan Quemoy ve Matsu adaları uzun yıllar boyunca iki yönetim arasında silahlı çatışmalara sahne oldu.
ABD Başkanı Truman, Çin Halk Cumhuriyeti’nin işgalini önlemek için, 7. Filo’yu buraya gönderdi ve Tayvan’ı destekledi. Toprak reformu, yabancı yatırımlar ve çok yüksek eğitim düzeyi ile, Tayvan hızlı bir ekonomik gelişme göstererek önce mal, sonra da sermaye ihraç eden bir ülke haline geldi.
Ne var ki, 1971 yılından itibaren, Birleşmiş Milletler’de temsil, Çin Halk Cumhuriyeti’ne verildi.
Çan Kay Şek 1975’te ölünce, yerine oğlu geçti. 1987’de sıkıyönetim, 1991 yılında da olağanüstü hal sona erdikten sonra, muhalefet partileri Tayvan’da gelişme gösterdiler. Her ne kadar Çin Halk Cumhuriyeti ile birleşme gündemde değilse de, iki yönetim arasında diyalog kurulabildiği gözleniyor.
Birinci Afyon Savaşı’nın sonundan beri bir İngiliz kolonisi olan Hong Kong’un serüveni ise, daha farklı gelişti: Kanton’un güneyinde büyük bir ticaret ve finans merkezi haline gelen bu kentin borsası, sadece Güneydoğu Asya ve Pasifik’te değil, tüm dünyadan yatırım çekmekte ve izlenmekteydi.
İngilizler 1997 yılında Hong Kong’u Çin’e iade ettiler ama 50 yıllık bir geçiş sürecinde, burası otonom bir yönetime sahip olacaktı. Yani 2047 yılına kadar Hong Kong kendi hukuk sistemini, parasını, gümrüklerini ve hatta yabancı ülkelerdeki delegasyonlarını muhafaza edecekti...
Savaşlar ve ihtilaller birbirini kovalarken, minik Hong Kong adası, 170 yıl boyunca, Çin’in bağrına yapışık bir halde ticaret yaptı. ‘Yeni Çin’ şimdi bu örneğe göre gelişiyor... Öte yandan, Kanton ve Şanghay daha şimdiden Hong Kong’dan pek farklı olmayan birer ticaret merkezi haline gelmiş bulunuyorlar.
Çin, nasıl bir tarihe sahip, bu tarihin özellikleri nedir?..
Çin, bütün dönemlerde, dünyanın en şaşırtıcı ülkelerinden birisi olmuştur. “İki bin yıllık imparatorluk” diye de adlandırabileceğimiz Çin, ‘altın çağını’ M. S. 618-907 yılları arasında, Tang Hanedanı ile yaşadıktan sonra, M. S. 960’larda, farklı hanedanlar arasında parçalara bölünür.
Bu büyük ülke, yüzyıllar boyu, önemli ölçüde içe dönük bir hayat sürdükten sonra, art arda hızlı değişimler yaşamaya başlar ve bu değişimler, ağır sarsıntılarla şekillenen bir oluşum yaratır. Bütün bunlar da, toplam olarak, 80 yılda ve 4 rejim içinde şekillenir...
Çin’de bugün hâlâ, İmparatorluk çağında doğmuş, Mançu Hanedanı’nın yıkılışını görmüş, çocukluğunda Cumhuriyet’i yaşamış kişiler vardır! Üstelik bunlar Japon işgalini, İç Savaş dönemini, sosyalizmi, kültür devrimini; art arda iktidar mücadelelerini ve nihayet yeni liberal düzeni de gördüler!
Tabii Tayvan ve Hong Kong’daki Çinliler ve keza, iç bölgelerde yaşayanlarla kıyılarda yerleşmiş olanlar, bu süreçleri kendi farklılıkları içerisinde yaşadılar.
Antik Çağ’dan 20. Yüzyıl’a uzanabilmiş bu yegane imparatorluğun şaşırtıcı bir özelliği de, düşmanla karşılaşma olasılığının olmadığı en ücra köylerde bile, memur ve varlıklıların çok yüksek duvarlar arkasında yaşaması idi.
Bunun nedeni, dünyanın hiçbir ülkesinde halkın yöneticilere karşı nefretinin bu kadar büyük olmamasıydı!
Köylüler hayat ile ölüm arasında çok ince bir çizgide yaşıyor, doğa koşullarındaki en ufak bir terslik, örneğin yağmurun az veya çok yağması, Çin’in meşhur açlık felaketlerini yaratıyordu.
Kayıtlara göre, M. Ö. 108 yılından Cumhuriyet rejiminin ilan edildiği 1911 yılına kadar, bu ülkenin şu veya bu eyaletinde, tam 1.828 açlık felaketi meydana gelmiş ve sayısız milyonlar, arka arkaya ölmüşlerdi...
Çin’in en büyük sorunu, gıda bulmaktı. Bu tür bir ortamda, dünyanın en örgütlü ‘rüşvet’ sistemini oluşturmuş Çin bürokrasisi, halkı ezerken, 19. Yüzyıl’da buna sömürgeci güçlerin aşağılamaları da eklendi: Artık savaş ve isyan dalgaları birbirini kovalamaya başlayacaktı...
Afyon Savaşları, Çin’de batılı güçlere karşı yapılan ilk büyük mücadeledir. İngilizler, 18. Yüzyıl’da Doğu Hindistan’da ürettikleri afyonu Çin’de pazarlamaya başlamışlardı.
Çin imparatoru, ülke halkının esrarkeş yığınları haline gelmesinden büyük rahatsızlık duyuyordu; ama 1792 yılındaki yasaklamaya rağmen, İngilizler rüşvetçi mandarinler ve memurlar sayesinde, bu çok kârlı ticareti sürdürdüler.
Nihayet 1839 yılında, dönemin imparatorunun özel müfettişi Lin Zişu, Kanton’da el koyduğu esrarı denize döktü.
Hindistan gelirinin altıda birini yitirme durumu karşısında, İngilizler derhal askerî harekata giriştiler ve yeni taktikler karşısında çare bulamayan Çinlileri art arda yendiler.
1842 yılındaki Nanking barışıyla, Çinliler serbest ticarete boyun eğip Hong Kong’u İngilizlere bıraktılar.
1852’den 1868’e kadar süren büyük ayaklanmanın ana sloganı “ta-kuan”, yani “memurları ezin” idi. Bu, büyük toprak sahipleriyle bütünleşmiş bürokrasiye duyulan tarihî nefreti yansıtıyordu.
Taiping kelimesi ise, uyum içinde yaşanan ‘Büyük Barışın Göksel İmparatorluğu’ anlamına gelmekteydi. Ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Tseng Kuo-Fang, köylülerin bu kadar istekle ölüme koşmalarını, yani nefretlerinin büyüklüğünü hiç anlayamamıştı.
Taiping isyanı sürerken, en büyükleri Nien ve Miao ayaklanmaları olmak üzere, sırf 1860-1870 yılları arasında, 42 isyan daha olmuş ve bu isyanlar, sayısı bilinmeyen milyonların öldürülmesiyle bastırılmıştı.
1870-1895 yılları arasında ise, 73 isyan daha meydana gelmiş; fakat bu isyanların hepsi de, ayaklanan kuvvetler tecrit edilip yenilerek bastırılmıştı... Batılıların Taipingler karşısında, zayıf Mançu yönetimini tercih etmeleri de asilerin yenilmesini kolaylaştıran bir faktör olmuştu..
Çin’in ticarete açılmakta direndiğini düşünen batılı güçler, 1856 yılında yeni bir savaş başlattılar. İngiliz ve Fransızlar, Kanton’u topa tuttular ve bölgeyi işgal ettiler.
1858’de Çinliler batılılara özel ticaret imtiyazları vermeyi kabul ettiler; ama koşulların yerine getirilmesinde direndiklerinden, ertesi yıl daha büyük ordularla karşı karşıya geldiler.
Pekin işgal edilirken Ruslar da Mançurya’da imtiyazlar elde ettiler. Çin bir yarı-sömürge haline geldi.
Batılıların taktik becerileriyle başa çıkamayan Çinliler, diğer Asya ülkeleri gibi, batının kurumsal yapılarını kendi bünyelerine uygulama arayışlarına girdiler. İşte bu noktada, Çin ve Osmanlı imparatorluklarının benzer yanları bulunduğunu söyleyebilmek mümkündür.
19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Çin, sürekli isyanlar ve yabancı işgalleriyle boğuşan bir ülke durumundaydı.
Ruslar İli ve Dairen (Port Arthur); Japonlar, Ryuku adalarını işgal ederken, Avrupalılar da yağmadan pay almak için yırtıcı kuşlar misali, ülkeyi didikliyorlardı.
Japonlar daha sonra Port Arthur’u Ruslardan almak için, 20. Yüzyıl’ın ilk büyük savaşını başlatacaklardı. Çin adeta bir açık sofra gibiydi. Fransa, Portekiz ve Almanya, liman ve körfezleri alıyor veya kiralıyorlardı. Yönetim çaresizdi. Yeni açılan batı tipi birkaç okul ve fabrikayla, batılı güçlere karşı duramıyorlardı.
1888’de ilk kez modern bir ordu kuruldu; ama çok uzun bir süre, bu ordu da, savaş yeteneğine sahip olamayacaktı...
Bürokrasinin muhafazakâr kanadının yozlaşmışlığı ve direnci, reform çabalarını sürekli baltalıyordu. 1898’de reformcu kanadın darbe girişimi önlendi; yakalananlar idam edilirken, kalanlar yurtdışına kaçtılar. Bu arada, yabancılara karşı duyulan nefret, önüne geçilemez bir şekilde büyüyordu...
Aralıksız süren isyanlar, 20. Yüzyıl’ın başına doğru, büyük bir dalga haline geldi. Halkın sömürgecilere ve misyonerlere karşı tepkileri, özellikle 1895 yılında, Japonlara karşı yenilgiden ve üst üste verilen imtiyazlardan sonra artmıştı.
1897 yılında ‘Adalet ve Ahenk’ adlı bir gizli örgüt tarafından başlatılan isyan, sel ve açlık felaketlerinin etkisiyle büyüdü. 1900 yılında Pekin ve yabancı elçilikler kuşatıldı.
Misyonerler, Hıristiyanlaşan Çinliler ve işbirlikçiler öldürülmeye başlandı. Sömürgeci güçlerin hızla oluşturduğu ortak ordu, Pekin’e ilerleyip katliama girişti.
1901’de imzalanan Boxer Protokolü ile, Çin çok büyük bir tazminat yükü altına sokuldu. Boxer’lar yenildi; ama isyanlar durmadı. İmparatorluğun son iki yılı olan 1909 ve 1910’da, sırasıyla, 113 ve 285 köylü ayaklanması patlak verdi...
Sinema tarihinde önemli bir yeri olan, Charleston Heston’lı “Pekin’de 55 Gün” filmi, işte bu kuşatmayı anlatır...
Çin, 1911 yılına, cumhuriyetçilerin başını çektiği bir dizi ayaklanmayla girdi. İmparatorun ‘son umut’ olarak isyanı bastırmaya çağırdığı General Yuan Shi-Kai, hanedanı kurtarmak yerine, cumhurbaşkanı olma koşuluyla efendisine ihanet etti.
Saray ise, muhafaza edilecekti; çünkü Yuan bir hazırlık süresinden sonra, düşürdüğü imparatorun yerine geçmeyi planlıyordu.
Cumhuriyetçilerin ‘barışçı çözüm’ adına kabul ettikleri anlaşma üzerine, 12 Şubat 1912’de imparator tahttan çekildi. Uzun bir sürgünden sonra Cumhuriyet’in başına getirilmiş olan Sun Yat Sen de, ertesi gün yerini Yuan Shi Kai’ye terk etti. Böyle kirli pazarlıklarla başlayan Cumhuriyet, tek bir huzurlu gün yaşamayacaktı...
İmparatorluk, düşmanlar ve yalancı dostlarla çevrilmişti. Cumhuriyet ise, onu doğarken boğmak isteyenlerle kuşatıldı.
Cumhurbaşkanı Yuan’ın planı, Cumhuriyet’i çökertip kendi hanedanını kurmaktı. Cumhuriyetçileri tek tek temizlerken, eski nesil bürokrat ve askerlere güvendi. Bu arada, monarşi çağrısı yapacak kukla cemiyetler de örgütlendi.
Ne var ki, bir Japon müdahalesi, geliştirilen bu senaryonun sonunu getirdi: Avrupalıların kendi aralarında boğuştukları 1915 yılında, Japonlar, Çin’i bir sömürge statüsüne indirgeyen “21 talep”i gönderdiler.
Yuan bu taleplere karşı kararlı bir tavır alamayınca, bütün prestiji sıfıra indi. Ordu karıştı. Yuan 1916 Mart’ında istifa etti ve birkaç ay sonra öldü.
Bundan sonrası, ‘Savaş Ağaları Dönemi’ adı verilen tam bir karmaşa dönemiydi. Her bölgede, kendi kokuşmuş yönetimlerini kuran generaller; keyfî vergiler koyuyor, afyon ticaretini yürütüyor, memurlukları satıyor ve çok sıkışırlarsa da, ‘kıyıdaki’ İngilizlere sığınıyorlardı...
Bazı Çinliler, I. Dünya Savaşı bitince batılıların Japonları dizginleyip nispî bir barış dönemi getireceklerini umdular. Ama Paris Konferansı birçoklarının umudunu bağladığı teslimiyetçi tutumun bir işe yaramayacağını gösterdi.
Hükümetin de aczini gören öğrenciler, 4 Mayıs 1919 günü, Tien An Men meydanında toplandılar ve halkın büyük öfkesine tercüman oldular.
Gösteriler ve genel grevler birbirini izledi. Bu bir dönüm noktasıydı; çünkü yeni nesil ülkenin kaderini eline almaya karar vermişti.
Birkaç ay içinde, ulemanın kullandığı eski dilin yerine, halkın anlayacağı dilde 400 gazete ve dergi yayımlandı, kızlar saçlarını kesti, batıl inançlar yıkıldı, afyon içimi azaldı, binlerce kitap yayımlandı.
Özellikle kadınların özgürleştiği büyük bir atılım yaşanıyordu ve geleceğin kadrolarının hemen hepsi, bu ortam içerisinde politikaya atılan gençler arasından yetişti...
I. Dünya Savaşı’nı adil bir barışla değil, intikam ve yağma antlaşmaları ile sona erdiren batılı güçler, dünyanın dört bir yanında yeni savaşların tohumlarını atmışlardı.
1921 yılında Çin Komünist Partisi (ÇKP) kuruldu. Ancak o dönemin Rusya’sında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) politikası, Sun Yat Sen’in Milliyetçi Partisi’nin yani Kuomintang’ın desteklenmesi yönündeydi ve ÇKP’yi onları desteklemeye zorladılar. Kuomintang ise bir yandan bölgelere hakim olan savaş ağalarını, diğer yandan da ÇKP’yi tasfiye etmeyi amaçlıyordu.
Ordu, savaş ağalarını tasfiyeye başladı; ama kıyılarda, astığı astık kestiği kestik Japonlara gücü yetmiyordu.
1925 yılında ölen Sun Yat Sen’in yerine, Çan Kay Şek geçti. 1927 yılındaki Şanghay genel grevi buna vesile oldu.
Komintern tarafından silah bırakmaya sevk edilen işçiler ve komünistler, Koumintang tarafından katledildiler. Bu arada Çan Kay Şek de kenti yağmalıyordu.
ÇKP’nin diğer kentlerdeki girişimleri de başarısız olunca, Moskova politikasına karşı çıkarak kırlara çekildiler. Mao Zedung ile Moskova arasındaki büyük ayırım burada başladı...
1927 katliamlarından sonra, komünistler kırlara çekilerek ‘kurtarılmış bölgeler’ yaratmaya çalışırken, Kuomintang da, onları yok etmek için art arda seferler açıyordu.
Çinliler kendi aralarında savaşa dursunlar, Japonlar 1931 yılında ‘Mukden Olayı’nı bahane ederek Mançurya’ya girdiler. Bu sırada Çan Kay Şek’e Alman uzmanlar gönderilmiş, diğer batı ülkeleri de malzeme sağlamışlardı.
Japonların yardımı ise, ona bir süre serbestî tanıma şeklinde oldu. Çan Kay Şek’in art arda dört kampanyası başarısız olduktan sonra, 1934 ilkbaharında, beşinci ve son saldırı başladı.
Komünistler kuşatılıp yok edileceklerini anlayınca, Ekim ayında üslerini bırakıp yola çıktılar. Bir buçuk yıl sonra, Kuzey Shensi’ye geldikleri zaman, on iki bin kilometre yürümüşler, on sekiz sıradağ ve yirmi dört ırmak aşmışlar ve geçtikleri on bir eyalette, altmış kasaba ve kenti ele geçirip halka kendilerini tanıtmışlardı.
‘Uzun Yürüyüş’ Mao’yu ÇKP’nin liderliğine taşıyacaktı...
‘Uzun Yürüyüş’ ÇKP’nin ve ülkenin kaderini belirlerken, bir simge haline gelecek bu girişimin kararları, Zunyi kentinde alınıyordu: Moskova yanlısı liderler, klasik taktiklerden vazgeçmiyor ve mevzi savunması yaparken; Mao ve arkadaşları, o dönemde hedeflerinin kentleri ele geçirmek değil, hareketli savaş yapmak olduğunu savunuyorlardı.
Yürüyüş’ün daha üçüncü ayında, yola çıkan 120 bin kişiden 90 bin kayıp verilmişti. Mao, hareketin liderliğini ele geçirip orduyu toparlarken Moskovacılar tekrar tekrar iç çatışma yaratıyorlardı.
Lin Biao’nun bir savaş hilesiyle ele geçirdiği Zunyi kentinde, 6 Ocak 1935 günü yapılan toplantıda, Mao Zedung çizgisi ÇKP’ye kabul ettirildi. Moskovacılar ile çıkan ayırım ise hiçbir zaman bitmedi. 1950’lerde iki ülkenin tüm ilişkileri kesip savaşın eşiğine gelmelerine kadar da uzandı.
Çinliler Moskova’nın güdümüne girmeyi asla kabul etmeyeceklerdi. Bu konferansta yer alan Çu En Lay, 1970’lere; Deng Siao Ping ise, 1990’lara kadar ülkenin kaderinde önemli roller oynadılar.
Komünistler, Kuzey Şensi’de toparlanırken Kuomintang, Japonların yeni saldırıları karşısında gerilemeye devam etti. Bu durum Japonların, Pu-Yi’yi göstermelik olarak başında tuttukları kukla Mançukuko devletine karşı savaşmaya can atan Mançuryalıların daha iyi mücadele eden komünistlere yaklaşmalarına neden oldu... 20. Yüzyıl’ın son çeyreğinde, ünlü yönetmen Bertolucci’nin ‘Son İmparator’ filmi de, Japon kuklası Pu-Yi’nin acıklı halini anlatacaktı...
Japonlar 1931’den itibaren Mançurya’yı ve kuzey kıyılarını işgal edip Pekin’e ilerlediler, 1941’de batılıların elindeki kıyı kentlerini de ele geçirdiler.
1945’de Japonlar teslim olup çekilirken, batılılar Çan Kay Şek’e desteklerini artırdılar. Ama komünistler, bu dönemden güçlenerek çıktılar.
Uzun Yürüyüş’ün sonunda, 50 binin altına inen üye sayıları 1945’e gelindiğinde 1.2 milyonu aşmıştı. 1946 yılında Kuomintang ile son hesaplaşma başladı.
Çan Kay Şek’in kağıt üzerinde; 345 tümene ek olarak, 60 bağımsız tugay ve 89 özel alayı vardı... Ama bunlar Kuomintang rejimi gibi içten çürümüştü. 1947 yılında Lin Biao’nun komutasında kurulan ‘Halk Kurtuluş Ordusu’ ertesi yıl zaferi kazandı.
Perişan durumdaki Kuomintang askerleri dağılıp giderken, 3 Şubat 1949 günü, Halk Ordusu’nun Pekin’de yaptığı görkemli geçit töreni ile, başından beri iktidarlara hâkim olamayan cumhuriyet rejiminin sonunu ilan ediyordu...
Çin Halk Cumhuriyeti 1 Ekim 1949 günü resmen ilan edildi. 1950’lerin ilk yarısı, ülkenin istikrara kavuşturulabilmesi, Çin’in geleneksel yapısında var olan ‘yerel iktidar’ odaklarının kontrole alınması, örgütlü suçlarla mücadele, Kore Savaşı ve toprak reformu çalışmalarıyla geçti.
Ne var ki, ağır sanayii temel alan bürokratik bir ‘Sovyet tipi’ gelişme modelinin taklidi, ciddi rahatsızlıklar yaratmaktaydı.
Moskova’nın ağırlığı ülkeyi ve partiyi büyük sorunlara gebe kılmıştı; ama buna karşı bir başka yanlış yapılacaktı: Özellikle 1917 Şanghay Ayaklanması’ndan sonra, Çin Komünist Partisi, esas itibariyle Çin’in geleneksel köylü ayaklanmalarını yeni bir sistem içerisinde örgütlenmesini temsil etmekteydi.
Rejim, köylüleri her zaman kontrol edebiliyordu; ama kentlerin ağırlığı arttıkça kontrolü zayıflayacak, bu bir dönem büyük kargaşalıklar yaratacak, sonra da sistem değişecekti...
Toplumlar, güçlerini ve birikimlerini aşarak, uzun süre ilerleyemezler ve onları bu yönde zorlayan liderler büyük felaketlere neden olurlar.
Çin de, 1958 yılında ilan edilen ‘Büyük Atılım’ yıllarında bunu yaşadı. Sanayi, tarım ve kolektifleşmede dev atılımlar yapılacaktı: Kooperatifler komünlere dönüştürüldü ve köylerde binlerce küçük demir fırını kuruldu.
Halk sulama kanalları ve kamu işlerinde gönüllü çalışmaya sokuldu. 1958’de üretimin bir yılda yüzde 34 arttığı resmen ilan edildi. Ertesi yıl da benzer sayılar tekrarlandı. Ama bu durum, fizik kurallarına aykırıydı! Bir şey koymadan bir şey alınamazdı. Nitekim istenilenin tam tersi gerçekleşti ve zaten hassas olan dengeler bozulunca, 1959 yazında yaygın açlık başladı.
1961’e gelindiğinde, millî gelir 1958’e göre, yüzde 15 düşmüştü. Siyasî irade buğdayları büyütememiş, insanların enerjisini israf etmiş, köy fırınlarının ürettikleri demir çelik ise, hurdadan başka bir şeye dönüşememişti.
Kriz ve açlık, Mao’nun itibarını düşürdü; sağ kanat olarak adlandırılan Liu Şao Şi ve Deng Siao Ping, yönetimde ağırlık kazandılar.
Mao, 1960’ların başında iktidarı karşıtlarıyla paylaşmaktan mutlu değildi: Ayrıcalıklı kesim büyüyor; devlet, parti ve üretim birimlerinde güç kazanıyordu. 1965 yılında Mao sınıf mücadelesinin derinleştirilmesi için çağrılarını artırdı.
‘Kızıl Muhafızlar’ adı verilen gençler ayrıcalıklı olarak niteledikleri yöneticilere, sanatçılara, partideki ılımlılara, üniversitelilere karşı şiddetli bir kampanya açtılar.
Yüz binlercesi yayan olarak köyleri dolaştılar, fabrika ve kooperatiflerde toplantılar düzenlediler. Hızla fanatikleştiler ve kontrolsüz şiddet uygulamaya başladılar.
7Ak ile kara’ birbirine karıştı. Birçok insan ‘dönek’, ‘hain’ ilan edildi; eski kadrolar ahırlarda çalışmaya gönderildi.
İşçi ve askerler 1968’den itibaren, bu aşırılıklardan uzaklaşmaya başladılar; ama ‘Başkan Mao’ düşüncesini putlaştıran öğrencilerin aşırılıkları, 1972’ye kadar devam etti.
Bütün bu gelişmelerin, aslında parti içi hizip çatışmalarının aracından başka bir şey olmadığını geniş kitlelerin kavrayabilmesi için, uzun yıllar gerekecekti...
Kültür Devrimi, aşırılıkları ve hataları nedeniyle kitleleri uzaklaştırmış ve yormuştu. Aralıksız mücadelelerden sona halkın isteği, sınıf ve hizip mücadelesi değil, huzurdu.
Devrimin önderlerinden ve Mao’nun halefi olduğu resmen açıklanmış olan Lin Biao, 1971 yılında ‘sözde’ Rusya’ya kaçarken, uçağı düşüp ölmüş denildi...
Partinin kurucularından Liu Şao Şi 1968’de partiden atıldı ve 1974’de öldü. Uzun mücadelenin üç yoldaşı Mao, Şu En Lay ve Şu Teh de, 1976’da hayatlarını yitirdiler.
Bundan kısa bir süre sonra da, Kültür Devrimi’ni sürdürmek isteyen ve aralarında Mao’nun karısının da bulunduğu ‘dörtlü çete’ diye adlandırılacak grup, tutuklanıp mahkemeye çıkarıldı.
Kültür Devrimi, önce Mao’nun adı kullanılarak, sonra buna dahi gerek görülmeden, tasfiye edildi.
Eski yöneticilerden sadece Deng Siao Ping, Kültür Devrimi’nde işçi olarak gönderildiği traktör fabrikasından dönüp liberalizme geçiş sürecinde istikrarı sağladı...
1980’lere gelindiğinde, eski siyasetin yerini ‘verimlilik artışı’ ve ‘ekonomik kazanç’ temaları almıştı bile...
Çin, dev nüfusuyla modernleşmeye çalışırken, yeni bir ekonomik model geliştiremedi ve giderek kapitalist yöntemlere ve dünya ekonomisine entegre oldu.
1978’den sonra kitleler giderek politikadan uzaklaştılar; fabrika komiteleri lağvedildi ve yetki işletme müdürlerine verildi. Tüm devrimci komiteler adeta buharlaşıp uçtu.
Kitleler kullanmaya alışık olmadıkları iktidarın başkalarına verilmesine itiraz etmediler. Özellikle Kanton ve Şanghay gibi kıyı kentleri, çevreleriyle birlikte kapitalizmin gelişmesinde öncelik üstlendiler.
Buralardaki girişimciler büyük nüfusun sağladığı ucuz işgücünü kullanarak tüm dünyaya ihracat yapmaya başladılar...
Günümüzde, Çin’in kıyı bölgelerinde oturan 300 milyon nüfus -ki toplamın dörtte birinden azını oluşturuyor-, milli gelirin dörtte üçünü yaratıyor. Banka hesaplarının dağılımı da zenginliğin kıyılarda toplandığını gösteriyor ama daha da vurgulayıcı olan husus, hesap sahiplerinin yüzde 10’unun mevduatın üçte 2’sinden fazlasına sahip olması...
Bu durum, yeni değil. İmparatorluk zamanında da kıyılardaki tüccarlar zengindi ve kıyı kentleri lüks, yoksulluk ve batakhanelerin yan yana yığıldığı mekânlardı. Çin liderlerinin çoğu da politikanın yoğunlaştığı bu kentlerde yetişmişler, politikanın en kirli oyunlarını buralarda öğrenmişlerdi.
1920’lerde hem Kuomintang, hem de Çin Komünist Partisi bu kıyı bölgelerinde gelişti; ama kıyılardaki batı işgalleri ve Japon saldırıları nedeniyle, güç toplamak için, iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar.
Güç toplayıp ülkelerini kurtardıktan sonra, Hong Kong ile Tayvan, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dışında kaldılar.
Tayvan, ABD desteği altında çok hızlı bir ekonomik gelişme gösterdi; ama Çin, her zaman bu ülkenin Çin’e bağlanmasını bir iç mesele olarak gördü. Tayvan’ın kaderinin ne olacağı meçhul...
Tayvan’ın konumunu kavramak için, geriye dönüp bakarsak, ilginç ayrıntılar çıkar karşımıza...
Koumintang 1949 yılında, Kıta Çin’inde yenilince, Çan Kay Şek yaklaşık 2 milyon milliyetçi taraftarı ile birlikte, Formosa adasına kaçtı, başkenti Taipei olan ‘Çin Cumhuriyeti’ kuruldu.
Çin Halk Cumhuriyeti ile anlaştıkları tek nokta, burasının Çin’in bir parçası olduğu idi! Ne var ki, Tayvan birleşmeyi daima reddetti. Milliyetçilerin yönetiminde, ancak Çin’e yakın olan Quemoy ve Matsu adaları uzun yıllar boyunca iki yönetim arasında silahlı çatışmalara sahne oldu.
ABD Başkanı Truman, Çin Halk Cumhuriyeti’nin işgalini önlemek için, 7. Filo’yu buraya gönderdi ve Tayvan’ı destekledi. Toprak reformu, yabancı yatırımlar ve çok yüksek eğitim düzeyi ile, Tayvan hızlı bir ekonomik gelişme göstererek önce mal, sonra da sermaye ihraç eden bir ülke haline geldi.
Ne var ki, 1971 yılından itibaren, Birleşmiş Milletler’de temsil, Çin Halk Cumhuriyeti’ne verildi.
Çan Kay Şek 1975’te ölünce, yerine oğlu geçti. 1987’de sıkıyönetim, 1991 yılında da olağanüstü hal sona erdikten sonra, muhalefet partileri Tayvan’da gelişme gösterdiler. Her ne kadar Çin Halk Cumhuriyeti ile birleşme gündemde değilse de, iki yönetim arasında diyalog kurulabildiği gözleniyor.
Birinci Afyon Savaşı’nın sonundan beri bir İngiliz kolonisi olan Hong Kong’un serüveni ise, daha farklı gelişti: Kanton’un güneyinde büyük bir ticaret ve finans merkezi haline gelen bu kentin borsası, sadece Güneydoğu Asya ve Pasifik’te değil, tüm dünyadan yatırım çekmekte ve izlenmekteydi.
İngilizler 1997 yılında Hong Kong’u Çin’e iade ettiler ama 50 yıllık bir geçiş sürecinde, burası otonom bir yönetime sahip olacaktı. Yani 2047 yılına kadar Hong Kong kendi hukuk sistemini, parasını, gümrüklerini ve hatta yabancı ülkelerdeki delegasyonlarını muhafaza edecekti...
Savaşlar ve ihtilaller birbirini kovalarken, minik Hong Kong adası, 170 yıl boyunca, Çin’in bağrına yapışık bir halde ticaret yaptı. ‘Yeni Çin’ şimdi bu örneğe göre gelişiyor... Öte yandan, Kanton ve Şanghay daha şimdiden Hong Kong’dan pek farklı olmayan birer ticaret merkezi haline gelmiş bulunuyorlar.