- 21 Eylül 2006
- 1.453
- 28
Dil Dramımız
Safvet SENİH
İngilizce dünyanın en zengin dillerinden biridir. Kelime sayısı yarım milyonun üstündedir ve bu kelimeler kamuslarda (muazzam lügat kitaplarında) incelikleriyle tesbit edilmiştir. İngilizler, Anglo-Saksonca temel üzerine eski Grekçenin dörtte birini, Lâtincenin yarısını binâ etmişler, buna Fransızca, Almanca, İspanyolca ve daha yetmiş iki milletin dilinden on binlerce kelime katmışlar; nasıl krallarını Almanlardan devşirerek kendilerine mal etmişlerse, bu kelimeleri de dillerinin, potasında eriterek İngilizceye mal etmişlerdir. Dilin bütünü Anglo-Saksonca olarak kalmış, esas millî karakterini kaybetmemiş, buna karşılık yüz binlerce yeni kelimenin ilâvesiyle İngilizce her türlü his ve fikir inceliklerini ifadeye muktedir dünyanın en zengin ve renkli dil paleti hâline gelmiştir.
Bizde ise 1932 yılında dil dâvâsı devkârî bir enerjiyle ele alınıyor. Güdülmek istenilen yol idealistçedir. Türkçedeki bütün yabancı asıllı kelimeler atılacak, yerlerine mâzinin mahzenlerine gömülmüş öztürkçe kelimeler, eski kitaplardan taranıp çıkarılacak; halkın dilinde mahalli olarak yaşıyan kelimeler toplanılacak; Türkçenin bünyesindeki üretme kabiliyetinden faydalanılarak kelime uydurulacak. Bu suretle dupduru, taptaze, apaydın bir Türkçe meydana gelecek (!) Bunun zamanla gerçekleşebileceğine inanan samimi idealistlerin yanısıra işgüzârlar da harekete geçiyor. Türkçenin etine, kemiğine, sinirlerine islemiş, bütün milletin; ovadaki çobanın, obadaki Kezban'ın bildiği, kullandığı yüzlerce kelime bir çırpıda dil dışı edilmek isteniyor. Bir TARAMA DERGİSİ çıkarılıyor. Bakıyorsunuz, "kalem" gitmiş, yerine "çizgiç, kavru, yazgaç, sızgıç" gelmiş, "Dert" gitmiş yerine "çir, çor, daylı, göynük, güyen, iğ, ığım, maçça, mun, obucin, sağış, sakınç" gelmiş. "Hazin" gitmiş, yerine "beyret, cabı, cabık, koyuk, koyak, koygun, somsur, süren" gelmiş. "Huzur" gitmiş yerine "iley, kaş, kat, kıt, ön, tapu" gelmiş. "Hürmet'' gitmiş yerine "koyturka, koyurka, kulduk, kulluk, kuttuk, kündü, san, sangı, tapşın, tapu, tapuk, tömünşülük, yüvünce" gelmiş. "Hükümdar" gitmiş yerine "başkaruçı, paşkaruçı, bilevci, buyruk, erkliğ, idi, il ekesi, iliğ, inal, kağan" gelmiş. "Hürriyet" gitmiş, yerine "bostanşılık, erkinlik, erik, irik, koyurtgan, poşluk, salgara" gelmiş. "Mezar" gitmiş, yerine "basaga, gömgen, komva, kurgan, sin, tüke, tünerik, kom, söki" gelmiş.
Aradan iki üç yıl geçiyor. Bu acâyip dilin biraz hafifi bütün mekteplere empoze ediliyor. Artık "millet" denmiyecek "ulus" denilecek. "Asker" denmiyecek "sü" denilecek. "Taksim" denmiyecek "böley" denilecek... Liste uzun. Biz o zaman ilk mektepte talebeydik. Küçücük çocuk aklımızla bu yapmacık, sevimsiz dilin tutmayacağını biliyor, seziyorduk. Tiksiniyor, kullanmak istemiyorduk. Bize "Bu sözleri şimdi siz yadırgıyorsunuz ama alışacaksınız. Yirmi otuz yıl sonra siz de böyle konuşacaksınız, ulus da böyle konuşacak. Artık Türkçenin geçmişi de, geleceği de budur" diyorlardı, gene inanmıyorduk. Ve inanmamakta ne kadar haklıymışız! İşte o günden bu yana ne kadar zaman geçti; kulak verdiğimizde bu dili kullanana rastlıyor muyuz? Bu topraklarda ve karşıki vatan parçası Kıbrıs'ta, "Böley böley!" diyen bir "sü ulus" değil "Taksim, taksim!" diye haykıran bir "asker millet" görüyoruz.
Gerçek dil inkılabına hangi yoldan gitmek gerektiği daha sonra iyice anlaşılmış, onun için de 1935'te çıkan Cep Kılavuzu ile, evvelce atılan fakat hiçbir emir ve telkinle dilden çıkarılamıyacağı apaçık olan "ahlâk, akıl, asker, hükümet, hürriyet, ırz, kalp, kalem" gibi kelimeler geri getirilmişti. Ama özleştirme teranesiyle, balta elde Türkçenin kolunu budunu parçalamak için birbiriyle yarışanlar meydan aldı. Bu yarış elân devam etmektedir. Sonu nereye varacak bilemeyiz, çünkü bu gidişle Halil Nihad'ın dediği gibi:
"Vekâlet oldu vekillik, bugün bakanlıktır,
Yarın nedir, o bilinmez yarın karanlıktır"
Dil dâvâsı gerçekten bir numaralı millî dâvâ hâline gelmiştir. Analar, babalar, hocalar, dili bilen münevver yazarlar, resmî ağızlar gençlerin yaşayan Türkçeyi bilmediklerini, okuduklarını anlamadıklarını, daha kötüsü, ters anladıklarını, mekteplerdeki dehşet verici başarısızlığın bilhassa dil yetersizliğinden ileri geldiğini koro halinde haykırmaktadırlar.
Şevket Rado'ya bir öğretmen ahbâbı yana yakıla anlatıyor:
Bir lise mezunu kendisinden bir "tavassut" ricâ etmiş. Bu ricâyı bildiren kâğıda ne yazmış biliyor musunuz:" Tasallut etmenizi rica ederim!.."
Evet bu arada "muhâbere" yi "muharebe" "protokol'u "portakal", "merhun"u "merhum", "tavsiye"yi "tasfiye" sanan münevverler zümresi de türeyip üredi.
Onlar dilde yaşıyan "yabancı" kelimeleri bilmiyorlar da bunların "öz-Türkçe" karşılıklarını mı biliyorlar? Hayır! Uydurdukları kelimeler umumiyetle zevksizlik ve görgüsüzlük mahsulü olduklarından ekseriyetle tutunamıyorlar. Neticede bu gençlerin belleyebildikleri bir "öz-Türkçe" kelimeye mukabil, belleyemedikleri "yabancı" kelimelerin sayısı belki on binlere bâliğ olmakta ve bu gençlerden herbiri birer dil cücesi hâlinde iki câmi arasında bî-namaz, yerle gök arasında gâfil ve perişan kaybolup gitmektedirler.
Şimdi, bir mîzah yazarının, dipdiri aramızda yaşıyan faydalı kelimeleri bilmeyen bahtsız bir nesli hicveden "Vali Beyin Başyazısı" başlıklı bir yazısını sunacağım:
"Bayramın ikinci günü ev ziyaretçilerle doldu. Evin büyük oğlu Doğan Bey elinde gazete,
"Vali Bey Bayram gazetesine başyazı yazmış" dedi.
Büyük Hanım,
"Vali Beyi pek severim. Ne yazmış acaba, aman oku." dedi.
Doğan Bey gazeteyi okumaya başladı: "Otuz günlük oruç ayını gıpta edilecek bir irade metâneti ile tamamlayan vatandaş imrenilir bir ruh safveti ve samimiyeti içerisinde bayram musâfahasına koşuyor"
Büyük Hanım Sordu.
"Nereye koşuyor?"
Oğlu Doğan Bey, gazetedeki kelimeyi heceleyerek okudu:
"Mu-sa-fa-ha-sı-na koşuyor"
Misafirlerden biri,
"Husamafa ne demek?" diye sordu.
0 sırada cart diye bir ses duyuldu. Halının üstünde oynayan torunlarından biri yerdeki Bayram gazetesini yırtımıştı. Misafirlerden biri edebiyat öğretmeni:
"Fusamaha diye bir kelime hiç duymadım" dedi.
Bir misafir:
"Siz duymadınız diye kelime yok mu demektir? Daha sizin duymadığınız dünyada ne kadar kelime var." deyince, öğretmen:
"Olabilir ben duymadım." dedi.
O zamana kadar söze karışmamış olan büyük baba,
"Nedir o?" dedi "Duyup duymadığınız nedir?"
Safahuma kelimesini hiç duydunuz mu?
"Ha... Bildim. Japon adalarından biri olacak. Bu Japon adaları irili ufaklı dört yüzden fazla olup, içlerinde en münbit ve mahsuldâr olanına Sumahufa adası denir." "Sumahufa değil baba..."
"Ya nedir?"
"Husamafa..."
"Yanlış yazmışlardır. Doğrusu Fusamaha olacak. Evet bir Japon adasıdır.
"İmkânı yok, Japon adası olamaz, Vatandaşların Japon adasında işi ne?"
"Turist olamazlar mı?"
"Amma da yaptınız, bayram diye vatandaşlar Namusafa adasına mı kaçacaklar?"
Doğan Hey,
"Yahu," diye bağırdı. Bir kere kelimenin aslını bozdunuz. Gazete nerede, baksanıza şuna..."
Yerden gazeteyi aldılar. Torun gazeteyi yırtmış, parçalamıştı. Tam aradıkları kelime okunamıyordu. Doğan Bey:
"Ben Humasufa diye okuduğumu gayet iyi biliyorum" dedi.
Bir misafir:
"Evet" dedi. "Doğru... Siz sahamufa diye okudunuz.
"Tabiî canım insan okuduğunu bilmez mi? Tabiî fusamaha diye okudum."
"Haaa... Şimdi anlaşıldı. Şuna Humasufa desenize Sahafuma demek bilirsiniz bazı şeylerin beş altı adı vardır. Meselâ helâ.. ayak yolu deriz, kabine deriz, tuvalet deriz.
"Abdesthane."
"Hah işte tamam İtalyanlar ayıp olur diye bir mecliste helaya bizim gibi kabine demezler, masafuha derler. Şimdi anlaşıldı mı?
"Amma yaptınız baba... İnsaf yâhu... Yani vatandaşlar ayak yoluna mı koşuyorlar?
"Neden koşmasınlar? Şimdi vatandaşlar her bir yere koşuyorlar., trene, vapura. otobüse, tranvaya... Neresini boş buluyorlarsa oraya koşuyorlar. Şimdi boş yer kaldı mı? Boş buldun mu koşacaksın."
"Olamaz, imkânı yok... Bu sahamufa olsa bir bayram yeri, sirk adı filândır."
"Musafama mı; Haa bildim, bildim, Dur ayol... Danyal Peygamberin kardeşinin adı neydi."
"Yoo... o başka. Onun adı Husafama. Bayram sevinciyle vatandaşlar Danyal Peygamberin kardeşine mi koşacaklar. Amma yaptınız."
"Sahumafa'yı şimdi hatırladım. Eskiden Hasamafu adında bir Hint fakiri vardı. Gazetelerde okumuşsunuzdur. Bu Mufasaha zurna çalar, halatı yılan gibi oynatırdı."
' 'Canım Hint Fakiri.'' Fusamuhayı herkes biliyor. Bu o masafahu değil..."
"Ay aman, bırakın şunu. Ne olursa olsun. Tasası bize mi düştü? Samuhafa, fusamaha, her neyse..."
"Canım hanım, öyle şey olur mu? Bütün vatandaşlar bayram günü Hasamafu'ya koşarken biz duralım mı? Belki Migros gibi birşeydir de kahve, çay dağıtıyordur."
İşte el sıkışmak, selâmlaşmak manasına gelen musafaha kelimesinin başına gelenlere bakınız. Nice böyle güzel kelimelerimiz ondan farklı değil.
Türkçemiz (N.özdoğru) den derleyen
Safvet SENİH
İngilizce dünyanın en zengin dillerinden biridir. Kelime sayısı yarım milyonun üstündedir ve bu kelimeler kamuslarda (muazzam lügat kitaplarında) incelikleriyle tesbit edilmiştir. İngilizler, Anglo-Saksonca temel üzerine eski Grekçenin dörtte birini, Lâtincenin yarısını binâ etmişler, buna Fransızca, Almanca, İspanyolca ve daha yetmiş iki milletin dilinden on binlerce kelime katmışlar; nasıl krallarını Almanlardan devşirerek kendilerine mal etmişlerse, bu kelimeleri de dillerinin, potasında eriterek İngilizceye mal etmişlerdir. Dilin bütünü Anglo-Saksonca olarak kalmış, esas millî karakterini kaybetmemiş, buna karşılık yüz binlerce yeni kelimenin ilâvesiyle İngilizce her türlü his ve fikir inceliklerini ifadeye muktedir dünyanın en zengin ve renkli dil paleti hâline gelmiştir.
Bizde ise 1932 yılında dil dâvâsı devkârî bir enerjiyle ele alınıyor. Güdülmek istenilen yol idealistçedir. Türkçedeki bütün yabancı asıllı kelimeler atılacak, yerlerine mâzinin mahzenlerine gömülmüş öztürkçe kelimeler, eski kitaplardan taranıp çıkarılacak; halkın dilinde mahalli olarak yaşıyan kelimeler toplanılacak; Türkçenin bünyesindeki üretme kabiliyetinden faydalanılarak kelime uydurulacak. Bu suretle dupduru, taptaze, apaydın bir Türkçe meydana gelecek (!) Bunun zamanla gerçekleşebileceğine inanan samimi idealistlerin yanısıra işgüzârlar da harekete geçiyor. Türkçenin etine, kemiğine, sinirlerine islemiş, bütün milletin; ovadaki çobanın, obadaki Kezban'ın bildiği, kullandığı yüzlerce kelime bir çırpıda dil dışı edilmek isteniyor. Bir TARAMA DERGİSİ çıkarılıyor. Bakıyorsunuz, "kalem" gitmiş, yerine "çizgiç, kavru, yazgaç, sızgıç" gelmiş, "Dert" gitmiş yerine "çir, çor, daylı, göynük, güyen, iğ, ığım, maçça, mun, obucin, sağış, sakınç" gelmiş. "Hazin" gitmiş, yerine "beyret, cabı, cabık, koyuk, koyak, koygun, somsur, süren" gelmiş. "Huzur" gitmiş yerine "iley, kaş, kat, kıt, ön, tapu" gelmiş. "Hürmet'' gitmiş yerine "koyturka, koyurka, kulduk, kulluk, kuttuk, kündü, san, sangı, tapşın, tapu, tapuk, tömünşülük, yüvünce" gelmiş. "Hükümdar" gitmiş yerine "başkaruçı, paşkaruçı, bilevci, buyruk, erkliğ, idi, il ekesi, iliğ, inal, kağan" gelmiş. "Hürriyet" gitmiş, yerine "bostanşılık, erkinlik, erik, irik, koyurtgan, poşluk, salgara" gelmiş. "Mezar" gitmiş, yerine "basaga, gömgen, komva, kurgan, sin, tüke, tünerik, kom, söki" gelmiş.
Aradan iki üç yıl geçiyor. Bu acâyip dilin biraz hafifi bütün mekteplere empoze ediliyor. Artık "millet" denmiyecek "ulus" denilecek. "Asker" denmiyecek "sü" denilecek. "Taksim" denmiyecek "böley" denilecek... Liste uzun. Biz o zaman ilk mektepte talebeydik. Küçücük çocuk aklımızla bu yapmacık, sevimsiz dilin tutmayacağını biliyor, seziyorduk. Tiksiniyor, kullanmak istemiyorduk. Bize "Bu sözleri şimdi siz yadırgıyorsunuz ama alışacaksınız. Yirmi otuz yıl sonra siz de böyle konuşacaksınız, ulus da böyle konuşacak. Artık Türkçenin geçmişi de, geleceği de budur" diyorlardı, gene inanmıyorduk. Ve inanmamakta ne kadar haklıymışız! İşte o günden bu yana ne kadar zaman geçti; kulak verdiğimizde bu dili kullanana rastlıyor muyuz? Bu topraklarda ve karşıki vatan parçası Kıbrıs'ta, "Böley böley!" diyen bir "sü ulus" değil "Taksim, taksim!" diye haykıran bir "asker millet" görüyoruz.
Gerçek dil inkılabına hangi yoldan gitmek gerektiği daha sonra iyice anlaşılmış, onun için de 1935'te çıkan Cep Kılavuzu ile, evvelce atılan fakat hiçbir emir ve telkinle dilden çıkarılamıyacağı apaçık olan "ahlâk, akıl, asker, hükümet, hürriyet, ırz, kalp, kalem" gibi kelimeler geri getirilmişti. Ama özleştirme teranesiyle, balta elde Türkçenin kolunu budunu parçalamak için birbiriyle yarışanlar meydan aldı. Bu yarış elân devam etmektedir. Sonu nereye varacak bilemeyiz, çünkü bu gidişle Halil Nihad'ın dediği gibi:
"Vekâlet oldu vekillik, bugün bakanlıktır,
Yarın nedir, o bilinmez yarın karanlıktır"
Dil dâvâsı gerçekten bir numaralı millî dâvâ hâline gelmiştir. Analar, babalar, hocalar, dili bilen münevver yazarlar, resmî ağızlar gençlerin yaşayan Türkçeyi bilmediklerini, okuduklarını anlamadıklarını, daha kötüsü, ters anladıklarını, mekteplerdeki dehşet verici başarısızlığın bilhassa dil yetersizliğinden ileri geldiğini koro halinde haykırmaktadırlar.
Şevket Rado'ya bir öğretmen ahbâbı yana yakıla anlatıyor:
Bir lise mezunu kendisinden bir "tavassut" ricâ etmiş. Bu ricâyı bildiren kâğıda ne yazmış biliyor musunuz:" Tasallut etmenizi rica ederim!.."
Evet bu arada "muhâbere" yi "muharebe" "protokol'u "portakal", "merhun"u "merhum", "tavsiye"yi "tasfiye" sanan münevverler zümresi de türeyip üredi.
Onlar dilde yaşıyan "yabancı" kelimeleri bilmiyorlar da bunların "öz-Türkçe" karşılıklarını mı biliyorlar? Hayır! Uydurdukları kelimeler umumiyetle zevksizlik ve görgüsüzlük mahsulü olduklarından ekseriyetle tutunamıyorlar. Neticede bu gençlerin belleyebildikleri bir "öz-Türkçe" kelimeye mukabil, belleyemedikleri "yabancı" kelimelerin sayısı belki on binlere bâliğ olmakta ve bu gençlerden herbiri birer dil cücesi hâlinde iki câmi arasında bî-namaz, yerle gök arasında gâfil ve perişan kaybolup gitmektedirler.
Şimdi, bir mîzah yazarının, dipdiri aramızda yaşıyan faydalı kelimeleri bilmeyen bahtsız bir nesli hicveden "Vali Beyin Başyazısı" başlıklı bir yazısını sunacağım:
"Bayramın ikinci günü ev ziyaretçilerle doldu. Evin büyük oğlu Doğan Bey elinde gazete,
"Vali Bey Bayram gazetesine başyazı yazmış" dedi.
Büyük Hanım,
"Vali Beyi pek severim. Ne yazmış acaba, aman oku." dedi.
Doğan Bey gazeteyi okumaya başladı: "Otuz günlük oruç ayını gıpta edilecek bir irade metâneti ile tamamlayan vatandaş imrenilir bir ruh safveti ve samimiyeti içerisinde bayram musâfahasına koşuyor"
Büyük Hanım Sordu.
"Nereye koşuyor?"
Oğlu Doğan Bey, gazetedeki kelimeyi heceleyerek okudu:
"Mu-sa-fa-ha-sı-na koşuyor"
Misafirlerden biri,
"Husamafa ne demek?" diye sordu.
0 sırada cart diye bir ses duyuldu. Halının üstünde oynayan torunlarından biri yerdeki Bayram gazetesini yırtımıştı. Misafirlerden biri edebiyat öğretmeni:
"Fusamaha diye bir kelime hiç duymadım" dedi.
Bir misafir:
"Siz duymadınız diye kelime yok mu demektir? Daha sizin duymadığınız dünyada ne kadar kelime var." deyince, öğretmen:
"Olabilir ben duymadım." dedi.
O zamana kadar söze karışmamış olan büyük baba,
"Nedir o?" dedi "Duyup duymadığınız nedir?"
Safahuma kelimesini hiç duydunuz mu?
"Ha... Bildim. Japon adalarından biri olacak. Bu Japon adaları irili ufaklı dört yüzden fazla olup, içlerinde en münbit ve mahsuldâr olanına Sumahufa adası denir." "Sumahufa değil baba..."
"Ya nedir?"
"Husamafa..."
"Yanlış yazmışlardır. Doğrusu Fusamaha olacak. Evet bir Japon adasıdır.
"İmkânı yok, Japon adası olamaz, Vatandaşların Japon adasında işi ne?"
"Turist olamazlar mı?"
"Amma da yaptınız, bayram diye vatandaşlar Namusafa adasına mı kaçacaklar?"
Doğan Hey,
"Yahu," diye bağırdı. Bir kere kelimenin aslını bozdunuz. Gazete nerede, baksanıza şuna..."
Yerden gazeteyi aldılar. Torun gazeteyi yırtmış, parçalamıştı. Tam aradıkları kelime okunamıyordu. Doğan Bey:
"Ben Humasufa diye okuduğumu gayet iyi biliyorum" dedi.
Bir misafir:
"Evet" dedi. "Doğru... Siz sahamufa diye okudunuz.
"Tabiî canım insan okuduğunu bilmez mi? Tabiî fusamaha diye okudum."
"Haaa... Şimdi anlaşıldı. Şuna Humasufa desenize Sahafuma demek bilirsiniz bazı şeylerin beş altı adı vardır. Meselâ helâ.. ayak yolu deriz, kabine deriz, tuvalet deriz.
"Abdesthane."
"Hah işte tamam İtalyanlar ayıp olur diye bir mecliste helaya bizim gibi kabine demezler, masafuha derler. Şimdi anlaşıldı mı?
"Amma yaptınız baba... İnsaf yâhu... Yani vatandaşlar ayak yoluna mı koşuyorlar?
"Neden koşmasınlar? Şimdi vatandaşlar her bir yere koşuyorlar., trene, vapura. otobüse, tranvaya... Neresini boş buluyorlarsa oraya koşuyorlar. Şimdi boş yer kaldı mı? Boş buldun mu koşacaksın."
"Olamaz, imkânı yok... Bu sahamufa olsa bir bayram yeri, sirk adı filândır."
"Musafama mı; Haa bildim, bildim, Dur ayol... Danyal Peygamberin kardeşinin adı neydi."
"Yoo... o başka. Onun adı Husafama. Bayram sevinciyle vatandaşlar Danyal Peygamberin kardeşine mi koşacaklar. Amma yaptınız."
"Sahumafa'yı şimdi hatırladım. Eskiden Hasamafu adında bir Hint fakiri vardı. Gazetelerde okumuşsunuzdur. Bu Mufasaha zurna çalar, halatı yılan gibi oynatırdı."
' 'Canım Hint Fakiri.'' Fusamuhayı herkes biliyor. Bu o masafahu değil..."
"Ay aman, bırakın şunu. Ne olursa olsun. Tasası bize mi düştü? Samuhafa, fusamaha, her neyse..."
"Canım hanım, öyle şey olur mu? Bütün vatandaşlar bayram günü Hasamafu'ya koşarken biz duralım mı? Belki Migros gibi birşeydir de kahve, çay dağıtıyordur."
İşte el sıkışmak, selâmlaşmak manasına gelen musafaha kelimesinin başına gelenlere bakınız. Nice böyle güzel kelimelerimiz ondan farklı değil.
Türkçemiz (N.özdoğru) den derleyen