Seyrettiğimiz filmler, okuduğumuz romanlar, dinlediğimiz efsaneler gerçek olacak diye bekliyoruz. Şu beyaz atlı prens ne zaman gelir?
Daha Öpülecek Kaç Kurbağa Var?
Prens bulacağız diye kurbağa öpmekten de bıktık. Bu işin çözümünü bulmak lazım.
Çocukluktan beri bizi kandırıyorlar. Hepimizi prenses olduğumuza inandırdılar. Eh, bizim de hiç inanasımız yokmuş, balıklama atladık. Bir rüya alemi içinde, gelip bizi güçlü kolları ile sararak, pembe panjurlu evimize götürecek romantik yakışıklıyı bekledik.
Öpünce prense döneceğine o kadar inanmıştık ki, kurbağaların değişimini umduk. Kurbağalara da gün doğdu tabii! Sonra anladık ki, bunların hepsi masalmış. Anlayınca ne değişti? Hiçbir şey! Ne inatçı, ne umudu yüksek bir inancımız varmış. Denemeye devam ettik, ediyoruz.
İlişkilerimizde de çoğu zaman aynı şeyi yapıyoruz. Düzeleceğini, değişeceğini düşünüyoruz. Sorunların üstünü örtünce, yok olduklarını sanıyoruz. Aldatılmadığımıza, çok sevildiğimize, kullanılmadığımıza inanmak, gerçeklerle yüzleşmekten daha kolay geliyor. Bir de sosyal çevrede, toplumsal düzende bir yerimiz varsa, hiç kondurmuyoruz. Kan kusup kızılcık şerbeti demek adet olmuş; etrafı geçtim, en çok kendimize yalan söylüyoruz.
Neden mutsuz olduğumuz ilişkileri sürdürüyor, çatlamış evlilikleri hırsla devam ettiriyoruz? Gerçekten içimizde hala büyümeyen bir çocuk mu kaldı? Ümidimizi koruyarak, direnerek düzeleceğine inanıyor muyuz?
Bu soruların cevapları ilişkilere özel olmakla beraber, yaşadıklarımızdan ders almayı öğrenemediğimizi düşünüyorum. Dayak atan bir adamın özrüne ve bir daha yapmayacağına inanmak istiyoruz. Daha kötüsü, haklı olması için sebepler bile buluyoruz içimizde. İhanet kurşununu bir defa yedikten sonra, sanki diğerleri acıtmayacakmış gibi katlanıyoruz. Egomuzun mu, hayat şartlarının mı kurbanı oluyoruz, belli değil!
Ötelediğimiz sorunlar, dağın ucundan düşmeye başlayan bir kar topu gibi, çığ olarak üstümüze yığılana kadar harekete geçmiyoruz. Gelip birisi silkelese, kendimize gelmemizi söylese, gerçekleri göstermeye kalksa, onu da düşman ilan ediyoruz. Bahanelerimiz hazır, yapamadığımızı söyleyip, kabullenmektense, kafa patlatıp neden üretmek, daha kolay geliyor.
İşin daha acı tarafı, zamanla öptüğümüz kurbağalara benzemeye başlıyoruz. Gün geliyor, biz de birilerinin kurbağası oluyoruz farkında olmadan. En korktuğumuz, en kaçtığımız şey, aynadaki yüzümüz; kendimizi yaralamaktan yorgun düşüyoruz. Oysa zaman su gibi akıp gidiyor. Bir yerlerde boşa harcanmış kaç ömür geçiyor?
Velhasıl, kurbağa öpüp, sihrin gerçekleşmesini beklemekten bıkmadık. İşin kötüsü, o kadar çok kurbağa öptük ki, şimdi hepsi kendini prens sanıyor...
(ALINTIDIR)
Daha Öpülecek Kaç Kurbağa Var?
Prens bulacağız diye kurbağa öpmekten de bıktık. Bu işin çözümünü bulmak lazım.
Çocukluktan beri bizi kandırıyorlar. Hepimizi prenses olduğumuza inandırdılar. Eh, bizim de hiç inanasımız yokmuş, balıklama atladık. Bir rüya alemi içinde, gelip bizi güçlü kolları ile sararak, pembe panjurlu evimize götürecek romantik yakışıklıyı bekledik.
Öpünce prense döneceğine o kadar inanmıştık ki, kurbağaların değişimini umduk. Kurbağalara da gün doğdu tabii! Sonra anladık ki, bunların hepsi masalmış. Anlayınca ne değişti? Hiçbir şey! Ne inatçı, ne umudu yüksek bir inancımız varmış. Denemeye devam ettik, ediyoruz.
İlişkilerimizde de çoğu zaman aynı şeyi yapıyoruz. Düzeleceğini, değişeceğini düşünüyoruz. Sorunların üstünü örtünce, yok olduklarını sanıyoruz. Aldatılmadığımıza, çok sevildiğimize, kullanılmadığımıza inanmak, gerçeklerle yüzleşmekten daha kolay geliyor. Bir de sosyal çevrede, toplumsal düzende bir yerimiz varsa, hiç kondurmuyoruz. Kan kusup kızılcık şerbeti demek adet olmuş; etrafı geçtim, en çok kendimize yalan söylüyoruz.
Neden mutsuz olduğumuz ilişkileri sürdürüyor, çatlamış evlilikleri hırsla devam ettiriyoruz? Gerçekten içimizde hala büyümeyen bir çocuk mu kaldı? Ümidimizi koruyarak, direnerek düzeleceğine inanıyor muyuz?
Bu soruların cevapları ilişkilere özel olmakla beraber, yaşadıklarımızdan ders almayı öğrenemediğimizi düşünüyorum. Dayak atan bir adamın özrüne ve bir daha yapmayacağına inanmak istiyoruz. Daha kötüsü, haklı olması için sebepler bile buluyoruz içimizde. İhanet kurşununu bir defa yedikten sonra, sanki diğerleri acıtmayacakmış gibi katlanıyoruz. Egomuzun mu, hayat şartlarının mı kurbanı oluyoruz, belli değil!
Ötelediğimiz sorunlar, dağın ucundan düşmeye başlayan bir kar topu gibi, çığ olarak üstümüze yığılana kadar harekete geçmiyoruz. Gelip birisi silkelese, kendimize gelmemizi söylese, gerçekleri göstermeye kalksa, onu da düşman ilan ediyoruz. Bahanelerimiz hazır, yapamadığımızı söyleyip, kabullenmektense, kafa patlatıp neden üretmek, daha kolay geliyor.
İşin daha acı tarafı, zamanla öptüğümüz kurbağalara benzemeye başlıyoruz. Gün geliyor, biz de birilerinin kurbağası oluyoruz farkında olmadan. En korktuğumuz, en kaçtığımız şey, aynadaki yüzümüz; kendimizi yaralamaktan yorgun düşüyoruz. Oysa zaman su gibi akıp gidiyor. Bir yerlerde boşa harcanmış kaç ömür geçiyor?
Velhasıl, kurbağa öpüp, sihrin gerçekleşmesini beklemekten bıkmadık. İşin kötüsü, o kadar çok kurbağa öptük ki, şimdi hepsi kendini prens sanıyor...
(ALINTIDIR)