- 12 Temmuz 2006
- 35.006
- 30.350
- 60
13 Mayıs’ta başlayan 68. Cannes Film Festivali’nin rafine seçkisinin dünya prömiyerleri hızla sürüyor. “Louder Than Bombs”, “Son of Saul” ve “The Sea of Trees”, Altın Palmiye yarışmasından izlediğim ilk eserler oldular. Açıkçası Macar yönetmen László Nemes’in ‘En İyi Yönetmen’ dalında ağırlığını hissettirdiğini söyleyebiliriz.
“Tekrar”da (“Reprise”, 2006) kurgu/hikaye kurgusu üzerine giden yönetmen metoduyla dikkat çeken Joachim Trier, Norveç sinemasının genç değerlerinden. “Oslo, Ağustos 31”de (“Oslo, 31. August”, 2011) fazla klasik ve melodramatik sulara açılsa da başladığı yere geri dönüyor. İlk İngilizce filmi “Louder Than Bombs”da (2015), aslında 11 Eylül sonrası ortaya çıkan birçok formülle ve İslamofobiyle hesaplaşıyor. “Fil”in (“Elephant”, 2003), ‘okulda şiddet’ arka planlı modelini, ‘savaş fotoğrafçısı filmi’ni kendine göre yorumluyor. Bunları lezzetli bir işlevsiz aile tablosunun içine yerleştiriyor.
BOMBALARDAN GÜRÜLTÜLÜ YAŞAMLAR
Trier’nin, Eskil Vogt ile yazdığı senaryo çok katmanlı. Oyunbaz ve incelikli bir sinema diline alan açıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere ABD’nin Ortadoğu politikalarındaki ‘bomba’nın konumuna bakıyor film. Ama bu püf noktasını ‘çekilmiş fotoğraf’ olarak gerilere itiyor. İster istemez de önde zeki bir omurga beliriyor.
Annesiyle ilişkiye girmesiyle beklenebilecek çocuk mu, atlayıp zıplayan ponpon kızlar mı, bilgisayar başında kendini cephede bulan bir bilgisayar müptelası mı demezsiniz… “Louder Than Bombs”, bu ve bu gibi şeyleri üzerimize atıyor. Diyaloglardan veya bir kurgulama metodundan beslenen anları zaman dilimi önemsemeden serbest olarak üst üste bindiriyor. 2011’de standart bir trafik kazasıyla kaybedilen anne/üvey anne tiplemesinin etrafına kurmuyor her şeyi.
Aksine bomba patlamasından daha baskın, daha gürültülü olarak ‘işlevsiz aile’yi gösteriyor. Açıkçası araya giren beklenmedik bir volüm yükselişi filmin dilini belirliyor. Kurgu teknikleri ve tempo onu kısa süreliğine de olsa izliyor. Bir karakterin rüyasında uyanması, mezarlığın ortasında sanki ateş altında kalmış gibi yere serilmesi, bir anda fotoğraf ve görüntülerden oluşan bir geçmişi anlatma sekansı kurgulanması…
“Louder Than Bombs”, farklı katmanlarda ilerlerken yolunu kaybetmeyen bir anti-terör filmi. Üç-dört karakterin içsesine atlayarak da bu hedefinin altını dolduruyor. El-omuz kamerasını ve beyazı kullanması aslında temsili bir ‘ateş altında’ durumu doğuruyor. Trier, aşina olduğumuz formüller kullanmasına karşın yaratıcı bir işlevsiz aile filmi yaratmayı beceriyor. Kesinlikle “Amerikan Güzeli” (“American Beauty”, 1999) ekolünden gitmiyor. 11 Eylül sonrası Amerikan toplumuna ‘içinize bakın!’ uyarısında bulunuyor.
VAN SANT YAŞLANIYOR
Halbuki Gus Van Sant’in “The Sea of Trees”i birçok şeye kalkışıp hiçbirine yaklaşamıyor. Bir çırpıda ‘orman macerası filmi’, ‘hayatta kalma filmi’, ‘evlilik melodramı’, ‘ruhsal terapi filmi’ ve ‘büyülü/perili orman filmi’ni sıralayabiliriz. Chris Sparling’in senaryosu ‘mutsuz hayat-orman’, ‘eş-katil’ gibi ikilemler üzerinden ilerliyor. Ama Van Sant; sanki bir ‘Twilight Zone’ bölümüne uygun gibi gözüken ‘Japon orman miti’ne el atmasıyla zor bir işe kalkışıyor. Bir bakıma “Şeytan Kadın”ı (“Onibaba”, 1964) esas işlevinden çıkartıp kontrolü kaybediyor. Kültürel açıdan Naomi Kawase’nin “The Mourning Forest”ı (“Mogari Mo Nori”, 2007) gibi tutarlı bir iş canlanmıyor.
Aksine bunalımlı bir tiplemeyi ‘aval aval bakarak’ konumlandıran, didaktizmi acemice önümüze atan, dramatik dönüşleri 60-70 yaşının damak tadına göre yerleştiren ve çevreci olmak için kıvranan bir iş var. Bu kadar boyutsuz karakter çatışmaları ve makyaj efektleri, ‘ayarı kaçmış’ cümlesini anlamlı hale getiriyor. Ama Oscar için yapılan bu planlama tam bir fiyaskoya dönüşüyor.
Film arkasındaki fikri daha iyi değerlendirebilirmiş. Gus Vant Sant gibi sinemaya anlatı modelleri armağan eden bir yönetmenin yaşlandıkça bu yetisini kaybetmesinden çekmiş. Sinemacının “Paranoid Park” (2007) sonrası düşüşe geçmesi de, artık projelere düşünerek değil de hissederek yaklaştığını kanıtlıyor. “The Sea of Trees”, tam bir memur yönetmen filmi…
MACARİSTAN’DAN SOYKIRIM FİLMİ
Yarışmanın tek ilk filmi “Son of Saul” (“Saul Fia”), 2. Dünya Savaşı’ndan Auschwitz manzaraları sunuyor. Kampta ‘sonderkommando’luk yapan Saul ve arkadaşlarının, Yahudilerin Almanlar’a destek vermesini ele alıyor. Laszlo Nemes, ustası Miklós Jancsó’nun kaydırmalı ve geniş ölçekli uzun planlarını, plan sekanslarını kullanmıyor. Aksine Andrzej Wajda’nın ilk dönemindeki sakinlik ile Dardenne Kardeşler’in el-omuz kamerasına yüklediği anlamı bir araya getiriyor.
Tam ekran formatında çekilmiş eser, genelde izleme planlarından oluşuyor. Saul’u yakından takip ediyoruz. Buna da itiraz etmiyoruz. Géza Röhrig, sanki Nemes’in “Oğul”daki (“Le Fils”, 2002) Olivier Gourmet’ye cevabı… Soykırıma karşı dayanma gücü, etkileyici bir hikaye ile veriliyor. Ama filmin minimalizm adına incelenince özellikle açılış ve kapanış konusunda fazla hesaplı durduğu unutulmamalı.
haberturk.com
“Tekrar”da (“Reprise”, 2006) kurgu/hikaye kurgusu üzerine giden yönetmen metoduyla dikkat çeken Joachim Trier, Norveç sinemasının genç değerlerinden. “Oslo, Ağustos 31”de (“Oslo, 31. August”, 2011) fazla klasik ve melodramatik sulara açılsa da başladığı yere geri dönüyor. İlk İngilizce filmi “Louder Than Bombs”da (2015), aslında 11 Eylül sonrası ortaya çıkan birçok formülle ve İslamofobiyle hesaplaşıyor. “Fil”in (“Elephant”, 2003), ‘okulda şiddet’ arka planlı modelini, ‘savaş fotoğrafçısı filmi’ni kendine göre yorumluyor. Bunları lezzetli bir işlevsiz aile tablosunun içine yerleştiriyor.
BOMBALARDAN GÜRÜLTÜLÜ YAŞAMLAR
Trier’nin, Eskil Vogt ile yazdığı senaryo çok katmanlı. Oyunbaz ve incelikli bir sinema diline alan açıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere ABD’nin Ortadoğu politikalarındaki ‘bomba’nın konumuna bakıyor film. Ama bu püf noktasını ‘çekilmiş fotoğraf’ olarak gerilere itiyor. İster istemez de önde zeki bir omurga beliriyor.
Annesiyle ilişkiye girmesiyle beklenebilecek çocuk mu, atlayıp zıplayan ponpon kızlar mı, bilgisayar başında kendini cephede bulan bir bilgisayar müptelası mı demezsiniz… “Louder Than Bombs”, bu ve bu gibi şeyleri üzerimize atıyor. Diyaloglardan veya bir kurgulama metodundan beslenen anları zaman dilimi önemsemeden serbest olarak üst üste bindiriyor. 2011’de standart bir trafik kazasıyla kaybedilen anne/üvey anne tiplemesinin etrafına kurmuyor her şeyi.
Aksine bomba patlamasından daha baskın, daha gürültülü olarak ‘işlevsiz aile’yi gösteriyor. Açıkçası araya giren beklenmedik bir volüm yükselişi filmin dilini belirliyor. Kurgu teknikleri ve tempo onu kısa süreliğine de olsa izliyor. Bir karakterin rüyasında uyanması, mezarlığın ortasında sanki ateş altında kalmış gibi yere serilmesi, bir anda fotoğraf ve görüntülerden oluşan bir geçmişi anlatma sekansı kurgulanması…
“Louder Than Bombs”, farklı katmanlarda ilerlerken yolunu kaybetmeyen bir anti-terör filmi. Üç-dört karakterin içsesine atlayarak da bu hedefinin altını dolduruyor. El-omuz kamerasını ve beyazı kullanması aslında temsili bir ‘ateş altında’ durumu doğuruyor. Trier, aşina olduğumuz formüller kullanmasına karşın yaratıcı bir işlevsiz aile filmi yaratmayı beceriyor. Kesinlikle “Amerikan Güzeli” (“American Beauty”, 1999) ekolünden gitmiyor. 11 Eylül sonrası Amerikan toplumuna ‘içinize bakın!’ uyarısında bulunuyor.
VAN SANT YAŞLANIYOR
Halbuki Gus Van Sant’in “The Sea of Trees”i birçok şeye kalkışıp hiçbirine yaklaşamıyor. Bir çırpıda ‘orman macerası filmi’, ‘hayatta kalma filmi’, ‘evlilik melodramı’, ‘ruhsal terapi filmi’ ve ‘büyülü/perili orman filmi’ni sıralayabiliriz. Chris Sparling’in senaryosu ‘mutsuz hayat-orman’, ‘eş-katil’ gibi ikilemler üzerinden ilerliyor. Ama Van Sant; sanki bir ‘Twilight Zone’ bölümüne uygun gibi gözüken ‘Japon orman miti’ne el atmasıyla zor bir işe kalkışıyor. Bir bakıma “Şeytan Kadın”ı (“Onibaba”, 1964) esas işlevinden çıkartıp kontrolü kaybediyor. Kültürel açıdan Naomi Kawase’nin “The Mourning Forest”ı (“Mogari Mo Nori”, 2007) gibi tutarlı bir iş canlanmıyor.
Aksine bunalımlı bir tiplemeyi ‘aval aval bakarak’ konumlandıran, didaktizmi acemice önümüze atan, dramatik dönüşleri 60-70 yaşının damak tadına göre yerleştiren ve çevreci olmak için kıvranan bir iş var. Bu kadar boyutsuz karakter çatışmaları ve makyaj efektleri, ‘ayarı kaçmış’ cümlesini anlamlı hale getiriyor. Ama Oscar için yapılan bu planlama tam bir fiyaskoya dönüşüyor.
Film arkasındaki fikri daha iyi değerlendirebilirmiş. Gus Vant Sant gibi sinemaya anlatı modelleri armağan eden bir yönetmenin yaşlandıkça bu yetisini kaybetmesinden çekmiş. Sinemacının “Paranoid Park” (2007) sonrası düşüşe geçmesi de, artık projelere düşünerek değil de hissederek yaklaştığını kanıtlıyor. “The Sea of Trees”, tam bir memur yönetmen filmi…
MACARİSTAN’DAN SOYKIRIM FİLMİ
Yarışmanın tek ilk filmi “Son of Saul” (“Saul Fia”), 2. Dünya Savaşı’ndan Auschwitz manzaraları sunuyor. Kampta ‘sonderkommando’luk yapan Saul ve arkadaşlarının, Yahudilerin Almanlar’a destek vermesini ele alıyor. Laszlo Nemes, ustası Miklós Jancsó’nun kaydırmalı ve geniş ölçekli uzun planlarını, plan sekanslarını kullanmıyor. Aksine Andrzej Wajda’nın ilk dönemindeki sakinlik ile Dardenne Kardeşler’in el-omuz kamerasına yüklediği anlamı bir araya getiriyor.
Tam ekran formatında çekilmiş eser, genelde izleme planlarından oluşuyor. Saul’u yakından takip ediyoruz. Buna da itiraz etmiyoruz. Géza Röhrig, sanki Nemes’in “Oğul”daki (“Le Fils”, 2002) Olivier Gourmet’ye cevabı… Soykırıma karşı dayanma gücü, etkileyici bir hikaye ile veriliyor. Ama filmin minimalizm adına incelenince özellikle açılış ve kapanış konusunda fazla hesaplı durduğu unutulmamalı.
haberturk.com