“Baktığında tüm renklerini görebilmesin kelebeğin” dedi geçenlerde ailemden biri.
Onun 43 yıllık eşine ben baktığımda, huysuz ve inatçı yaşlı bir adam görüyordum. Hatta düşünüyordum, bu kadın, bu adama bunca yıl nasıl dayanmış diye; o da anladı sanki düşüncemi belki de okudu aklımdakileri gözlerimden ve ustaca dedi ki: “Baktığında tüm renklerini görebilmelisin bir kelebeğin”.
Çok zor bir şey bu aslında. Bir kelebeğe baktığında, aynı anda tüm renklerini görebilmek.
Belki uzun bir süre bakmak lazım. Belki sadece bakmak değil, görmek için uğraşmak lazım. Tek bir noktaya odaklanmamak, bakış açısını geniş tutmak, uzun uzun, dikkatlice ve keşfetme heyecanıyla bakmak lazım
Baktığında gördüğün renkleri de tek tip algılamaktan arındırmalı insan kendini. Zira bütün sarılar aynı değil, tıpkı bütün kırmızıların, bütün yeşillerin aynı olmadığı gibi.
Üstelik bazen iki kişi aynı kelebeğe baktığında, farklı şeyler de görür. Üzerindeki şekilleri biri kendisine bakan gözlere benzetirken bir diğeri çiçeğe benzetebilir. Kelebek mi farklıdır yoksa ona bakan gözler mi?
Galiba neye baktığın değil, nasıl baktığındır gördüğünü belirleyen. Bazen düşünürüm, insanların tamamı dış dünyayı ve olayları gözlemlerken gözlük kullansa ve o gözlükler gerektiği zaman değiş-tokuş edilebilse. Düşünsenize, eşinizle bir konuda müthiş bir fikir ayrılığınız var, tam kavganın en heyecanlı anında, gözlükler değiştiriliyor ve birbirinizi anlamaya başlıyorsunuz. Müthiş bir fantezi değil mi? Peki gözlüklerimiz olmasa da imkansız mı sizce?
Kelebeğe bakıp, tüm renklerini keşfedebilmemiz için, tam bir haftamız var.
Ya birbirimizi keşfetmek için ne kadar zamanımız var. Bir ay, bir yıl ya da bir ömür.
Size de oluyor mu, bazen çok iyi tanıdığınız biri sizi çok ama çok şaşırtıyor, ondan hiç beklemediğiniz bir tepki ya da tepkisizlik sergiliyor mu? Peki ya tanıdığınız insanların devamlı gördüğünüz yüzleri dışında hiç hayal ediyor musunuz? Örneğin astığı astık kestiği kestik, ince uzun topuklu pabucu ile sizi deli eden amirinizin, evde pofuduk terlikleri ile örgü ören bir anne olabileceğini hiç aklınıza getiriyor musunuz? Ya her akşam güzel ve uzun cümlelerle, önündeki ekrandan bize haberleri okuyan yakışıklı haber spikerinin, karşınıza aldığınızda aslında iki kelimeyi bir araya getiremeyecek bir insan olma ihtimali nedir sizce?
Okuduğum kız lisesinde, “Okulun Korku Efsanesi” haline gelmiş bir matematik öğretmeni vardı. Şimdi düşününce elbette imkansız ve komik geliyor ancak, çocuk yaşlarda oldukça inandırıcı ve dehşet verici idi ona dair hikayeler. Güya yıllar evvel eşi ve kızını bir trafik kazasında kaybetmiş ve bu kayıptan sonra çok sinirli bir adam olmuş. Tüm kadın ve kızlara karşı düşmanlık besler hale gelmiş ve bu yüzden bir kız lisesinde çalışmaya başlamış, sırf intikam için. Ne inandırıcı bir hikayeydi, on iki on üç yaşlarındaki bizler için. Öyle ya bizler şimdiki gibi TV ve bilgisayar çocuğu değildik. Bize söylenen her şeye, duyduklarımıza inanıyorduk, kolaydı bizleri kandırmak. Her neyse, bu matematik öğretmeninin dersleri kanlı canlı korku filminden çok gerilim filmine bezerdi. Bir kere hiç gülmezdi ve arada ellere cetvelle vurduğu da görülmüştü ve tabii o korkunç bağırışları bugün hâlâ kulaklarımda. İşte bu matematik öğretmenini yıllar sonra bir gün eşi ve kızı ile birlikte bir süper markette gördüm. Beni tanıdı, öpüştük konuştuk ayak üzeri. O kadar normaldi ki, eşim gibi bir aile babası, sıradan bir insan. Tüm çocukluk anılarım yerle bir olmuştu.
Kelebeğin tüm renklerini görmemiz için bir haftamız var, ya birbirimizdeki tüm renkleri görmek için?
Hani bazen etrafımızdaki insanları tek bir sıfatla betimleriz. Ev sahibimiz cimridir, paragözdür, patronumuz acımasız ve kıymet bilmezdir, bir türlü bizim aslında ne kadar akıllı ve yeri doldurulamaz bir eleman olduğumuzu anlayamamıştır. Çalışma arkadaşlarımızın çoğu bizden daha az akıldır, ona rağmen bazıları bizden çok para kazanır. İşte böyle, tanıdığımız neredeyse bütün insanlar hakkında fikrimizi sorsalar, bir ya da birkaç cümle ile özetleyiveririz haklarındaki düşüncelerimizi. Koskoca bir ömür, yıllarca verilen yaşam uğraşı, eğitimler, evlilik, çoluk çocuk, ev ya da iş yerinde verilen yaşama tutunma çabaları sonunda bir tek kelimeye dönüşür. Tembel, hırslı, cimri, akıllı, geri zekâlı v.s
Bir insan, bir şahsiyet, tek sıfatlık bir hapishaneye hapsolur. Bazen “Önyargı”dır bu hapishanenin ismi, bazen de “Sınıflama”.
Sınıfladığımız ve ilgili sınıfın sepeti içine attığımız o kişiyi tanımak için, onu bir de kendi koşulları içinde değerlendirmek için çok az uğraşırız. Nedense hep anlaşılamadığımızdan şikayetçi oluruz, anlatamadığımız aklımıza bile gelmez. Biz kendimizi başkasını yerine koymak için en küçük bir çaba sarf etmezken, savunma cümlelerimizin başında gelir “Bir de kendini benim yerime koymayı denesene! “
Sanırım anahtar cümle bu olsa gerek, “Kendini bir başkasının yerine koyabilme” Ne zor ve aslında bazen çok öğretici.
Siz benim böyle yazdığıma bakmayın, zira biz bu ikilemi annemle hemen hemen her gün yaşıyoruz. Kızıma annem bakıyor ve eve her geldiğimde, o gün hangimizin daha çok yorulduğuna dair konuşmaya başlıyoruz. O benim ofiste bütün gün oturup sadece bilgisayar başında vakit geçirmeme imrenirken, ben de onun bütün gün evde kızımla vakit geçirmesine, yemek yapmasına, oturup televizyon izleyip kitap okumasına imreniyorum.
Aslında ikimizde bir haftalığına yer değiştirsek eminim ikinci günde pes edeceğiz ama...
Kelebeğin tüm renklerini görmemiz için bir haftamız var, ya birbirimizdeki tüm renkleri görmek için?
NOT: Bu yazı anneyiz.biz dergisinin Şubat sayısında yayınlanmıştır.
Onun 43 yıllık eşine ben baktığımda, huysuz ve inatçı yaşlı bir adam görüyordum. Hatta düşünüyordum, bu kadın, bu adama bunca yıl nasıl dayanmış diye; o da anladı sanki düşüncemi belki de okudu aklımdakileri gözlerimden ve ustaca dedi ki: “Baktığında tüm renklerini görebilmelisin bir kelebeğin”.
Çok zor bir şey bu aslında. Bir kelebeğe baktığında, aynı anda tüm renklerini görebilmek.
Belki uzun bir süre bakmak lazım. Belki sadece bakmak değil, görmek için uğraşmak lazım. Tek bir noktaya odaklanmamak, bakış açısını geniş tutmak, uzun uzun, dikkatlice ve keşfetme heyecanıyla bakmak lazım
Baktığında gördüğün renkleri de tek tip algılamaktan arındırmalı insan kendini. Zira bütün sarılar aynı değil, tıpkı bütün kırmızıların, bütün yeşillerin aynı olmadığı gibi.
Üstelik bazen iki kişi aynı kelebeğe baktığında, farklı şeyler de görür. Üzerindeki şekilleri biri kendisine bakan gözlere benzetirken bir diğeri çiçeğe benzetebilir. Kelebek mi farklıdır yoksa ona bakan gözler mi?
Galiba neye baktığın değil, nasıl baktığındır gördüğünü belirleyen. Bazen düşünürüm, insanların tamamı dış dünyayı ve olayları gözlemlerken gözlük kullansa ve o gözlükler gerektiği zaman değiş-tokuş edilebilse. Düşünsenize, eşinizle bir konuda müthiş bir fikir ayrılığınız var, tam kavganın en heyecanlı anında, gözlükler değiştiriliyor ve birbirinizi anlamaya başlıyorsunuz. Müthiş bir fantezi değil mi? Peki gözlüklerimiz olmasa da imkansız mı sizce?
Kelebeğe bakıp, tüm renklerini keşfedebilmemiz için, tam bir haftamız var.
Ya birbirimizi keşfetmek için ne kadar zamanımız var. Bir ay, bir yıl ya da bir ömür.
Size de oluyor mu, bazen çok iyi tanıdığınız biri sizi çok ama çok şaşırtıyor, ondan hiç beklemediğiniz bir tepki ya da tepkisizlik sergiliyor mu? Peki ya tanıdığınız insanların devamlı gördüğünüz yüzleri dışında hiç hayal ediyor musunuz? Örneğin astığı astık kestiği kestik, ince uzun topuklu pabucu ile sizi deli eden amirinizin, evde pofuduk terlikleri ile örgü ören bir anne olabileceğini hiç aklınıza getiriyor musunuz? Ya her akşam güzel ve uzun cümlelerle, önündeki ekrandan bize haberleri okuyan yakışıklı haber spikerinin, karşınıza aldığınızda aslında iki kelimeyi bir araya getiremeyecek bir insan olma ihtimali nedir sizce?
Okuduğum kız lisesinde, “Okulun Korku Efsanesi” haline gelmiş bir matematik öğretmeni vardı. Şimdi düşününce elbette imkansız ve komik geliyor ancak, çocuk yaşlarda oldukça inandırıcı ve dehşet verici idi ona dair hikayeler. Güya yıllar evvel eşi ve kızını bir trafik kazasında kaybetmiş ve bu kayıptan sonra çok sinirli bir adam olmuş. Tüm kadın ve kızlara karşı düşmanlık besler hale gelmiş ve bu yüzden bir kız lisesinde çalışmaya başlamış, sırf intikam için. Ne inandırıcı bir hikayeydi, on iki on üç yaşlarındaki bizler için. Öyle ya bizler şimdiki gibi TV ve bilgisayar çocuğu değildik. Bize söylenen her şeye, duyduklarımıza inanıyorduk, kolaydı bizleri kandırmak. Her neyse, bu matematik öğretmeninin dersleri kanlı canlı korku filminden çok gerilim filmine bezerdi. Bir kere hiç gülmezdi ve arada ellere cetvelle vurduğu da görülmüştü ve tabii o korkunç bağırışları bugün hâlâ kulaklarımda. İşte bu matematik öğretmenini yıllar sonra bir gün eşi ve kızı ile birlikte bir süper markette gördüm. Beni tanıdı, öpüştük konuştuk ayak üzeri. O kadar normaldi ki, eşim gibi bir aile babası, sıradan bir insan. Tüm çocukluk anılarım yerle bir olmuştu.
Kelebeğin tüm renklerini görmemiz için bir haftamız var, ya birbirimizdeki tüm renkleri görmek için?
Hani bazen etrafımızdaki insanları tek bir sıfatla betimleriz. Ev sahibimiz cimridir, paragözdür, patronumuz acımasız ve kıymet bilmezdir, bir türlü bizim aslında ne kadar akıllı ve yeri doldurulamaz bir eleman olduğumuzu anlayamamıştır. Çalışma arkadaşlarımızın çoğu bizden daha az akıldır, ona rağmen bazıları bizden çok para kazanır. İşte böyle, tanıdığımız neredeyse bütün insanlar hakkında fikrimizi sorsalar, bir ya da birkaç cümle ile özetleyiveririz haklarındaki düşüncelerimizi. Koskoca bir ömür, yıllarca verilen yaşam uğraşı, eğitimler, evlilik, çoluk çocuk, ev ya da iş yerinde verilen yaşama tutunma çabaları sonunda bir tek kelimeye dönüşür. Tembel, hırslı, cimri, akıllı, geri zekâlı v.s
Bir insan, bir şahsiyet, tek sıfatlık bir hapishaneye hapsolur. Bazen “Önyargı”dır bu hapishanenin ismi, bazen de “Sınıflama”.
Sınıfladığımız ve ilgili sınıfın sepeti içine attığımız o kişiyi tanımak için, onu bir de kendi koşulları içinde değerlendirmek için çok az uğraşırız. Nedense hep anlaşılamadığımızdan şikayetçi oluruz, anlatamadığımız aklımıza bile gelmez. Biz kendimizi başkasını yerine koymak için en küçük bir çaba sarf etmezken, savunma cümlelerimizin başında gelir “Bir de kendini benim yerime koymayı denesene! “
Sanırım anahtar cümle bu olsa gerek, “Kendini bir başkasının yerine koyabilme” Ne zor ve aslında bazen çok öğretici.
Siz benim böyle yazdığıma bakmayın, zira biz bu ikilemi annemle hemen hemen her gün yaşıyoruz. Kızıma annem bakıyor ve eve her geldiğimde, o gün hangimizin daha çok yorulduğuna dair konuşmaya başlıyoruz. O benim ofiste bütün gün oturup sadece bilgisayar başında vakit geçirmeme imrenirken, ben de onun bütün gün evde kızımla vakit geçirmesine, yemek yapmasına, oturup televizyon izleyip kitap okumasına imreniyorum.
Aslında ikimizde bir haftalığına yer değiştirsek eminim ikinci günde pes edeceğiz ama...
Kelebeğin tüm renklerini görmemiz için bir haftamız var, ya birbirimizdeki tüm renkleri görmek için?
NOT: Bu yazı anneyiz.biz dergisinin Şubat sayısında yayınlanmıştır.