- 16 Temmuz 2007
- 1.849
- 18
- 46
Doğru yaşamları anlatmaya gerek yok sanırım. Sözün uçtuğu yer, kanatlarının değdiği an ve gözlerini açıp da yanındaki boşluğu fark ettiğin bir sabah. Hepsi bir baş ağrısının içinde eriyip gidiyor şimdi. Keşke gelmeseydin…
Hadi anlatalım birbirimizi, hafızamızın kaybettiği parçaları yeniden birleştirelim, köprünün altından geçen onca suyun önüne aşktan bir baraj kurup sonra da geçmişin oltasını atalım karşılıklı. Ne kadar da çok eksiğimiz var. Büyük yitirilmişlikler bunlar, başkalarının yaşamlarında geçen ve çoğu da mutluluğun arandığı sıralarda hüzün parçacıklarına dönüşmüş ayrılıklar. Sanki en olmayanları yaşatan tanrı, boşta kaldığı bir anda her şeyi toparlamış ve kader halımızın altına süpürüvermiş. O sıra kendimizden geçercesine sevişiyormuşuz ve hiçbir şey umurumuzda değilmiş. İçeri girdiğini bile duymamışız, ayak izlerini fark etmemişiz. Zamanı nadasa bırakıp isimlerimizi hiç hatırlamayacağımız şehirlere doğru yola çıkmışız ertesi sabah. Bavullarımızın içi biraz şehvet ve bolca kimsesizlik doluymuş.
Belki de bu yüzden cezalandırıldık ve hayatlarımız sevginin alışkanlıklar köşesine öylece bırakıldı. Mevsimlerden cami avlusu, günlerden öksüzlük… Keşke saati söylemeseydin…
Bana ne olduğunu sormadın, görünürde hiçbir şey yok sanıyordun. Çünkü uzaklara baktığında sadece birkaç boyutlu derinlikler görür insan. O kadar uzaktır ki o görüntüler, sanki oralarda her şeyin güzel yaşandığına inandırır kendini. Çağırır küçük fısıltılarla, gel ve dönme artık geriye diyerek. Sonunda duydukları kalbine yenik düşürür, birkaç saatte toplanan bavullar saatler süren bir yolculuğun ardından çok uzaklarda tekrar açılır.Yumuşak giysilerin içine itinayla yerleştirilmiş çerçeveli bir fotoğraf masa üzerine konulur. Eğer bana ne olduğunu sorsaydın, anlatacaktım gördüğün her şeyin sahte kimlikleriyle hayatından bir şeyler çalmaya çalışan kurnaz zamanlar olduğunu. Keşke biraz daha meraklı olsaydın…
O kadar kolay pıhtılaşıyoruz ki. Son sözlerin kanattığı akşamlar, gün doğumuyla yeni bir ezgiye bırakıyor kendini. Gümüş bir ağız mızıkasının harflerine karışıyor gitarın telleri. Duymazlıktan gelmeye çalıştıkça daha fazla duyduğunu adın gibi biliyorsun, her notanın hangi uzvunu titrettiğini saklamaya çalışıp minik adımlarınla ilerliyorsun. Sen böylesin çünkü, her şeyi olması gerektiği gibi kabul eden, çıkmazlarını kendinden bile esirgeyen. O günün sıcak bir öğleden sonrasında aniden kayboluşun, hayallerinle ve hissettiklerinle bağdaşmıyordu biliyorsun. Görünürde hiçbir şey yoktu oysa, ne yoksulluk ne de çaresizlik. Aramıza giren yaşadığımız değil ama inanmaya çalıştığımız bir aşktı. Sen uzaklara kabul ettirirken, ben de yakınlarda kalıp sabrettim sessizliğinde. Keşke yüreğimi seninle tanıştırmasaydım…
Doğru yaşamları anlatmaya gerek yok…Sözün uçtuğu yeri söylemeye…Kanatlarının dinlendiği anları hatırlamaya ve ağzımdan çıkan keşkeleri saymaya…
Çünkü bir baş ağrım daha olacak az sonra…
Alıntı...
Hadi anlatalım birbirimizi, hafızamızın kaybettiği parçaları yeniden birleştirelim, köprünün altından geçen onca suyun önüne aşktan bir baraj kurup sonra da geçmişin oltasını atalım karşılıklı. Ne kadar da çok eksiğimiz var. Büyük yitirilmişlikler bunlar, başkalarının yaşamlarında geçen ve çoğu da mutluluğun arandığı sıralarda hüzün parçacıklarına dönüşmüş ayrılıklar. Sanki en olmayanları yaşatan tanrı, boşta kaldığı bir anda her şeyi toparlamış ve kader halımızın altına süpürüvermiş. O sıra kendimizden geçercesine sevişiyormuşuz ve hiçbir şey umurumuzda değilmiş. İçeri girdiğini bile duymamışız, ayak izlerini fark etmemişiz. Zamanı nadasa bırakıp isimlerimizi hiç hatırlamayacağımız şehirlere doğru yola çıkmışız ertesi sabah. Bavullarımızın içi biraz şehvet ve bolca kimsesizlik doluymuş.
Belki de bu yüzden cezalandırıldık ve hayatlarımız sevginin alışkanlıklar köşesine öylece bırakıldı. Mevsimlerden cami avlusu, günlerden öksüzlük… Keşke saati söylemeseydin…
Bana ne olduğunu sormadın, görünürde hiçbir şey yok sanıyordun. Çünkü uzaklara baktığında sadece birkaç boyutlu derinlikler görür insan. O kadar uzaktır ki o görüntüler, sanki oralarda her şeyin güzel yaşandığına inandırır kendini. Çağırır küçük fısıltılarla, gel ve dönme artık geriye diyerek. Sonunda duydukları kalbine yenik düşürür, birkaç saatte toplanan bavullar saatler süren bir yolculuğun ardından çok uzaklarda tekrar açılır.Yumuşak giysilerin içine itinayla yerleştirilmiş çerçeveli bir fotoğraf masa üzerine konulur. Eğer bana ne olduğunu sorsaydın, anlatacaktım gördüğün her şeyin sahte kimlikleriyle hayatından bir şeyler çalmaya çalışan kurnaz zamanlar olduğunu. Keşke biraz daha meraklı olsaydın…
O kadar kolay pıhtılaşıyoruz ki. Son sözlerin kanattığı akşamlar, gün doğumuyla yeni bir ezgiye bırakıyor kendini. Gümüş bir ağız mızıkasının harflerine karışıyor gitarın telleri. Duymazlıktan gelmeye çalıştıkça daha fazla duyduğunu adın gibi biliyorsun, her notanın hangi uzvunu titrettiğini saklamaya çalışıp minik adımlarınla ilerliyorsun. Sen böylesin çünkü, her şeyi olması gerektiği gibi kabul eden, çıkmazlarını kendinden bile esirgeyen. O günün sıcak bir öğleden sonrasında aniden kayboluşun, hayallerinle ve hissettiklerinle bağdaşmıyordu biliyorsun. Görünürde hiçbir şey yoktu oysa, ne yoksulluk ne de çaresizlik. Aramıza giren yaşadığımız değil ama inanmaya çalıştığımız bir aşktı. Sen uzaklara kabul ettirirken, ben de yakınlarda kalıp sabrettim sessizliğinde. Keşke yüreğimi seninle tanıştırmasaydım…
Doğru yaşamları anlatmaya gerek yok…Sözün uçtuğu yeri söylemeye…Kanatlarının dinlendiği anları hatırlamaya ve ağzımdan çıkan keşkeleri saymaya…
Çünkü bir baş ağrım daha olacak az sonra…
Alıntı...