• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Başarı Hikayeleri...

Morfo

Nirvana
Pro Üye
29 Kasım 2009
7.073
65
683
42
İstanbul
Burada başarı hikayelerini toplamak istedim..Elimden geldiğince okumaya çalıştığım,insanların tecrübeleri paylaştıkları bu hikayeler hepimize pek çok yol gösterip,azmin nedenli önemli olduğunu görmemize yardımcı olacak; çoğu zaman tıkanıp kaldığımız,isyan ettiğimiz zamanlarda aslında çıkış kapısının ışıklarının, kendisini gösterdiğini görmemizi sağlayacak....Sizinde farklı hikayeleriniz varsa bura paylaşalım istedim.

İlki Türkiye'nin şu anki gerçekleriyle çok örtüşüyor.Okurken benim içimi fena acıttı ama bir yandan da başarısız olmanın önünde hiç bir mazeretin olmadığını bir kere daha görmemi sağladı....

DAĞ KÖYÜNDEN BOĞAZ KIYISINDAKİ ÜNİVERSİTEYE





Türkiye’nin en ucundaki Hakkari’nin, kaderine terk edilmiş bir dağ köyünde dünyaya geldi. Yoksulluk bir yanda, kan ve göz yaşı öte yandaydı. Ya dağa çıkacaktı ya da okuyup kendini kurtaracaktı. O ikincisini seçti. Çobanlık yaparken üniversiteyi kazandı ve hayatını değiştirdi... İşte bir azmin zaferi öyküsü...

HAKKARİ’NİN DAĞ KÖYÜNDEN BOĞAZ KIYISINDAKİ BAHÇEŞEHİR’E

Kan davası ve terörün içine doğdu. Okumak, kendini kurtarmak istiyordu ama ailesinin maddi gücü yoktu. Bütün yardım talepleri cevapsız kaldı. Kazandığı İstanbul'daki Bahçeşehir Üniversitesi'ne son çare olarak yazdığı bir mektup kaderini değiştirdi. Muhammed Cemal Demir, adı mayın patlamalarıyla anılan Hakkari'nin Geçit dağ köyünden İstanbul Boğazı kıyısındaki özel üniversiteye ve özel yurda yerleşti. Şimdi teknolojide nam salmış bir bilim insanı olmak istiyor

Geçen yıl tam da bu zamanlarda patlayan bir mayınla dokuz kişinin yaşamını kaybettiği Hakkari'nin Geçitli Köyü'nde Muhammed Cemal Demir, üniversite hayalleri kuruyordu. Yedi çocuklu köyün imamı Mehmet Demir'in en büyük oğlu. Türkçeyi ilköğretime başladığında öğrendi. Okumak için çok çaba harcadı. Köyündeki okul kapatılınca, dokuz yaşında ailesinden uzaktaki Yatılı Bölge İlköğretim Okulu'na gitti. Meraklıydı, araştırmacıydı, öğretmenlerine göre, çok zekiydi.
Ama Hakkari Fen Lisesi'ni kazandığında bile umduğunu bulamamıştı. Çünkü, ilk üç ay ne okul, ne de öğretmen yüzü görebildi. Okul binasının inşaat tamamlandığında yurt bulunmadığından okul ile ev arasındaki 30 kilometrelik yolu sabah-akşam terör kurbanı olma korkusuyla gidip gelmeye başladı. Bu yüzden bir yıl boyunca ilk dersleri hep kaçırdı. Zaten okula gelen öğretmen de terörden yılıyor, bir gördükleri öğretmeni ertesi ay göremiyorlardı. Bütün bunlara rağmen Muhammed Demir TÜBİTAK Proje Yarışması'nda bölge üçüncüsü oldu.

ÜNİFORMAYLA YAKMA TEHDİDİ

Yaz tatillerinde koyun güdüyor, ot topluyor, bütün zamanını babasına yardım ederek geçiriyordu. Kaderini değiştirmek istiyor ama bunun hiç de kolay olmadığını görüyordu. Kimi zaman PKK'lıların "Okula gitmeyeceksiniz, sizi formayla yakarız" tehdidi karşısında evinde oturuyor, kimi zaman da yayla meselesi yüzünden kavgalı oldukları köylülerin, kendisini de aile büyükleri gibi vurmaması için saklanıyordu.
Muhammed Demir yine de, "Uzaya çıkmak gibi" dediği üniversitenin hayalleri kuruyordu. Taa ki geçen yıla kadar. Yatılı okulda yatakhaneyi paylaştığı arkadaşları ve akrabalarının da aralarında olduğu dokuz kişi mayın patlaması nedeniyle ölünce umutları da o kaybedilen canlarla birlikte söndü. Sınav günü bile Muhammed kasabaya inerken, bir yayla meselesi yüzünden amcası dövüldü. Ailesi ona da bir şey olmaması için apar topar sınav salonuna attı Muhammed'i. Sonrasında da bir hafta boyunca bir yerde saklandı. Herkes ondan tıp bekliyordu ama sonuçlar geldiğinde umduğu puanı bulamamıştı.

SOMALİ YARDIMCILARINA BAŞVURDU

Yine de LYS'den aldığı 337 puanla tercih yaptı. Bahçeşehir Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü'nü ilk sıralara yazdı. Tercih sonuçları açıklandığında 'kazandı' kağıdını alınca oturdu, okuyabilmek için her yere mektup yazdı. İlk olarak Somali için televizyonda toplanan paralarda en yüksek yardımları yapanlara mail attı. Cevap gelmedi.
Sonunda istediği üniversite olan Bahçeşehir Üniversitesi'nin Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel ve Rektörü Prof. Dr. Şenay Yalçın'a hitaben, "Kurtarın beni bu terör belasından" başlıklı bir mektup yazdı. Mektubu okuyan Yücel ve Yalçın, Güneydoğu'nun terörle anılan bu şehrindeki gence elini uzattı. Bir yıl hazırlık sınıfı da olmak üzere 120 bin lira tutan beş yıllık eğitim masrafını karşıladılar ve bunun yanında özel bir yurtta kalma imkanı sağladılar Muhammed'e. Hakkari'nin dağ köyünde koyunları otlatırken okuyan Muhammed Demir, şimdi Boğaz'a nazır üniversitede eğitim görecek.

SOMALİ'YE YARDIM EDENLER BANA DA EDER DİYE DÜŞÜNDÜM

Bahçeşehir Üniversitesi burs vermeseydi ne olurdu?
- Bu okulu tercih formuna yazarken özel olduğunu biliyordum. Dayım, babam bana çok kızdı, "Nasıl okuyacaksın" dedi. Bir ramazan sabahı sahura kalktım. Televizyonda yardımseverlerin Somali için topladığı yardımlar gördüm. Bana da ederler diye düşündüm. En fazla yardım yapanların isimlerini aldım, mesaj çektim, mektup yazdım. Ama kimse bana yanıt vermedi.

Son çare olarak üniversiteye mektup yazdın...
- Evet, okumam, kurtulmam lazımdı. İçimden ne geldiyse olduğu gibi yazdım. Benim okumam demek, 2 bin kişilik nüfuslu köyümün hepsinin okuması demek. Çünkü, bizim oralarda okumuş adamın sözü dinlenir. Bana verilen burs başkasına verilse bir kişi okur ama bana verilenle iki bin kişi okur. Çünkü herkes etkilenir benden. Köyümün, bölgemin gençleri benden etkilenir, doğru yolu bulurlar.

İŞ BULAMAZSA DAĞA ÇIKACAK

Her an terör korkusu yaşıyorsunuz...
- Evet. Her an ölebilirsin... Hiçbir şey belli değil, ağzımdan kötü bir söz çıksa vururlar. Terör, gelişmenin önündeki en büyük engel. Yatırıma da, okumaya da en büyük engel... "Okulda boykot var, giderseniz formayla yakarız" denirdi. Okumakta kime ne zarar var ki? Ama bazıları buna engel oluyor. Biri konuştu mu sıkıyorlar kafasına. Gençler belli bir yaşa geldikten sonra imkan bulurlarsa okumaya devam eder, bulamazlarsa köyde çalışma imkanı yok. Ya çobanlık yapacak ya da iş bulursa İstanbul'a gidecek. Ama iş bulamazsa da dağa çıkacak.

Geçen yılki mayın patlaması seni çok etkilemiş...
- Evet. Bir gece önce beraber olduğum akrabalarım, arkadaşlarım ertesi sabah kalktığında ölmüştü. Zordu. Okula gittiğimde de bir türlü toparlanmadım. Sürekli çalışıyordum ama korkuyordum da.

Ama şimdi dağ köyünden Boğaz'ın kıyısına geldin. Ne düşünüyorsun?
- Çok mu dua ettik, çok mu istedik, bir türlü inanamıyorum. Bana verilen desteğin karşılığında dünyada bunu duymayan insan kalana kadar çalışacağım. Nam salacağım bilim ve teknolojide.

İngilizce de öğreneceksin...
- Evet. Çocukken Türkçe bilmiyorduk, okula başlayınca öğrendim. Şimdi üç dilim olacak. Belki sonra bir dil daha öğrenirim.

BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. ŞENAY YALÇIN
Başarılı olursa Washington, Lozan ya da Boston'a gider

Vakıf üniversitelerinin önemli sorumlulukları var. Bizde her iki öğrenciden biri burslu. Muhammed'in mektubunu alınca çok etkilendik. Ben de 10 yıl devlet bursuyla okumuş biriyim. Bunun anlamını geldiğini bilirim. Umarım Muhammed bunun karşılığını çalışarak, devlete yararlı olarak ödeyecek. Mektupta beni en çok, "Terör batağından kurtarın" cümlesi etkiledi. Biz şu anda Muhammed'in hayalini gerçekleştirdik. 700 yabancı öğrenci okulumuzda eğitim görüyor. Muhammed burada okurken 30 ülkenin öğrencisiyle tanışma, kaynaşma, paylaşma imkanı bulacak. Erasmus projelerimizle isterse bir yıl başka bir ülkede okuyabilir. Boston, Lozan ve Washington'da kampuslarımız var. Yeter ki, Muhammed çalışsın, başarılı olursa önüne başka imkanlar da koyarız.

BABASI MEHMET DEMİR
Hâlâ inanamıyorum

Oğlumla gurur duyuyorum. Bu okulu yazdığını duyunca önce kızdık. Ama bizi aradıklarında dokuz evde şenlik oldu. Buraya gelene kadar inanamıyorduk. Hala da inanamıyorum. Dağdan gelip, deniz kenarındaki bu üniversitede okuması hayal sanki.

O MEKTUP
Beni bu terör belasından kurtarın

"Merhabalar... Ben Hakkari'nin Geçitli köyünden Muhammed Cemal Demir. Köyde ve Hakkari Merkezde yaşanan terör olaylarının içinde, köyün Y.İ.B.O sunda okuyarak, Hakkari'de 2007'de açılan Hakkari Fen Lisesi'ni kazandım. Geçen sene köyümde mayın patlaması oldu ve dokuz akrabam gözümün önünde paramparça oldu. Köydeki bir yayla sorunu yüzünden bir komşum silahla öldürüldü. Babam köyde imam, bizi daha iyi şartlarda okutmak için defalarca tayin istedi ama olmadı. Buradan gidemedik. Ortaokuldan lisenin son iki yılına kadar başarılı, tıp beklenen bir öğrenciydim. Bu terör olaylarının verdiği psikolojik sıkıntı içinde sınavlara hazırlanıp geleceğimi kurmaya çalıştım. LYS'den 337 puan aldım, mühendislik okumak tek hayalim olduğu için bütün tercihlerime mühendislik yazdım. Tercih sonucunda Bahçeşehir Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği'ni kazandım. Üniversitenizde okumak, benim için, bu yaşta uzaya çıkmak gibi bir şey. Çok istediğim fakat; bir o kadar da uzak bir hayal. Maddi durumumuz el vermiyor. Siz değerli büyüklerimin halimden anlayacağını umut ediyorum. Beni okutmanız karşılığında gelecekte, size ve ülkeme hayırlı bir evlat olmak için elimden gelen her şeyi yapacağım. Benim bu terör bataklığından çıkmama destek olun. Yalvarıyorum, buna çok ihtiyacımız var."

Kaynak : Pazar - Hrriyet
 
İşçi Cengiz Doğan dışarıdan orta ve liseyi bitirdi. 36 yaşında tıbba girdi hastanede çalışıp okudu. SSK'dan emekli olurken doktorluğa başladı.

Kırıkkaleli Cengiz Doğan'ın hayat öyküsü, azmin nelere kadir olduğunun kanıtı. Doğan 2 yaşındayken babası cezaevine girdi, 8 yaşında annesini kaybetti. Dedenin maddi gücü olmadığı için ilkokuldan sonra okuyamadı.

Çocuklarıyla aynı yıl sınava girdi
Çoçuk yaşta işçiliğe başladı. Hep doktor olmayı hayal etti. Eşinin desteğiyle 28 yaşında dışarıdan ortaokula başladı. Orta ve liseyi birincilikle bitirdi. 36 yaşında çocuklarıyla üniversite sınavına girdi.

ŞİMDİ BİLECİK'TE DOKTORLUK YAPIYOR
Sivas Tıp Fakültesi'ni kazandı. Fakülte hastanesinde iş buldu, gece çalışıp gündüz okudu. Hastaneden emekli olurken fakülteden de mezun oldu. 14 yıldır doktorluk yapıyor ve ikinci emekliliği bekliyor.


***

Gece çalışarak işçi emeklisi gündüz okuyarak doktor oldu

28 yaşında gittiği ortaokul ve liseyi birincilikle bitirip 36 yaşında tıp fakültesini kazandı. Gece işçi olarak çalışıp, gündüz okuyarak fakülteden hem emekli, hem mezun oldu. Cengiz Doğan 14 yıldır doktorluk yapıyor.

CENGİZ Doğan hayata gözlerini açtığında ailesini sevince boğmuştu. Ancak mutluluk dolu başlayan hikayesi kısa sürdü. Henüz 2 yaşındayken babası cezaevine girdi. Annesiyle de uzun yıllar geçiremedi; 8 yaşındayken çok sevdiği annesini kaybetti. Uzun yıllar annesinin arkasından ağladı.

Hayatta kimsesiz kalan Doğan, dedesi ve halaların yanında yaşamaya başladı. Dedesinin ekonomik durumu iyi değildi. Bu yüzden ilkokulu zar zor bitirdi; sonra da okumaya ara vermek zorunda kaldı. Oysa en büyük hayali doktor olmak, hastaların yardımına koşmaktı. Her şeye rağmen içindeki okuma aşkını hiç dindiremedi. Kaderine boyun eğmemeye

HAYALİNDEN VAZGEÇMEDİ
KÜÇÜK yaşına rağmen ufak tefek işlerde çalışmaya başlayan Cengiz Doğan, Makine Kimya Enstitüsü'nün açtığı çıraklık kursuna yazıldı. Tam 2 yıl yatılı eğitim gördü, kursu birincilikle bitirdi. 1961 yılında da MKE'de tornacı olarak işe başladı. Kısa süre sonra da ilk görüşte aşık olduğu Sema Doğan ile hayatını birleştirdi. 4 çocukları oldu. Mutlu bir yuvası ve canından çok sevdiği çocuklarına rağmen Cengiz Doğan'ın bir yanı hep eksikti.

Okuyup, doktor olmalıydı. Eşinin de desteğiyle gece okullarına yazıldı. Gündüz çalışıyor, geceleri ise okula gidiyordu. 8 yılda ortaokulu ve liseyi birincilikle bitiren Doğan, 1982 yılında da üniversite sınavına girdi. Eğitim hayatında gösterdiği başarıyı bu sınavda da yakalayan Doğan, 36 yaşında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazandı.

Hayalleri gerçek olmuştu. Ancak çocukları da kendisi gibi üniversite öğrencisiydi. Onların eğitimi için para kazanması gerekiyordu. Bu nedenle, üniversite hastanesinin kan merkezinde çalışmaya başladı. Gündüz okula gidiyor, gece çalışıyordu.

MEZUN OLMADAN EMEKLİ!

YAŞADIĞI tüm acılara rağmen sıkı sıkıya tutunduğu hayatta gece çalışıp, gündüz okuyan Doğan; mezun olmasına iki yıl kala, çocukluğundan beri çalıştığı için SSK'dan emekli oldu. 1988 yılında da mezun olup, 42 yaşında hayallerindeki beyaz önlüğü giymeye hak kazandı.

Çektiği kurada tayini Hakkari'nin Çukurca İlçesi'ne çıktı. Çocuklarının eğitimini tamamlamamış olması nedeniyle Hakkari'ye gitmek istemedi. Eşinin memleketi Bilecik'teki bir şirkette işçi statüsünde asgari ücretle yaklaşık 1 yıl çalıştı; ikinci kurada ataması Bilecik'e yapıldı.

ÇOCUKLARIYLA MEZUN OLDU
BİLECİK Devlet Hastanesi'nde 1990 yılında acil bölüm doktoru olarak göreve başlayan Cengiz Doğan'ın bu süreçte büyük kızı Jale ziraat mühendisi, küçük kızı Lale biyolog, büyük oğlu Cem Doğan doktor, en küçük oğlu Can Doğan da inşaat mühendisi oldu. Kırıkkaleli Cengiz Doğan'ın hayat hikayesi çok isteyerek neler başarılabileceğinin en güzel kanıtı.

Okumanın yaşı yoktur diyen Dr. Cengiz Doğan, hissettiklerini şu sözlerle anlatıyor: "Hayatta her şeyi gördüm. Her acıyı tattım. İşçi olarak çalıştığım arkadaşlarımın bana verdiği paralarla okudum. Hem kendim okudum, hem de çocuklarımı okuttum. Okuyan herkesin yanındayım. Hastalarıma okumanın güzelliklerini anlatıyorum. Çok mutluyum. Ölsem de gözüm arkada kalmayacak. Çocuklarımın da okuyarak iyi meslek sahibi olmaları beni mutlu etti."

SABAH GAZETESİNDEN ALINMIŞTIR.
 
$308932_223619871042781_223086904429411_530525_501251011_n.jpg Ayşe Arman 'dan yine okurken nefesimi tuttuğum,her kelimesinden bir hayat dersi çıkardığım çok çarpıcı bir hayat hikayesi! Bir kaç dakikanızı ayırmanızı ümit ediyorum.Yazıyı kopyalamıyorum link aşağıda...23 yaşındaki biseksüel bir erkeğin hayatı..Asıl anlatılmak isteneni de siz keşfedin....işte o yazı:


Yllar sonra babamla sahnede hesaplatm - Aye ARMAN - Hrriyet
 
Anne babası okuma yazma bilmeyen bir çocuk olarak ya onların izinden gidecekti, ya da kendine yeni bir yol açacaktı. O, az gidilmiş yolu seçti. Amelelik yaparak üniversiteyi bitirdi, gün geldi akademik kariyerin zirvesibe çıktı. İşte Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şenay Yalçın’ın başarı öyküsü...

İNŞAATLARDA ÇALIŞARAK OKUDU, ŞİMDİ REKTÖR KOLTUĞUNDA

Anne babası okuma yazma bilmeyen, yazları tarlada ve inşaatlarda amelelik yaparak harçlık çıkaran Prof. Dr. Şenay Yalçın, bugün akademik kariyerin doruğunda.

Erzurum'un Olur ilçesine bağlı Karacasu Köyü'nde çıtalarla çatısı oluşturulan saman ve çamurla arası doldurulan tek göz odada 1953 yılında dünyaya geldiğinde kaderi kardeşlerinden pek de farklı görünmüyordu. Şenay Yalçın, okuma yazma bilmeyen anne babanın 11 çocuğundan hayatta kalan 6'ncısı olarak Yalçın ailesine katıldı. Doğduğu andan itibaren ağabey ve ablalarından farklı, meraklı ve haylazdı. Babası da işte bu nedenle onu daha 6 yaşındayken 180 haneli köyde imam amcasının gayreti ile açılan okula giden abla ve ağabeyinin yanına kattı. Şenay Yalçın, ortaokul mezunu eğitmen Sabri Çelik'in üç sınıfı birden okuttuğu sınıfta hevesle yerini aldı. Annesinin diktiği siyah çuvalın içine her sabah fasulye taneleri ve kibrit çöpüne benzer çubukları atıp, karla kaplı okul yolunda zıplaya zıplaya gidip geldi. Sıralara sığmayan fasülye ve çöplerle sınıftaki ağabey ve ablaları gibi yere serperek harfleri yazdı. Çünkü yazacak ne kalemi, ne de defteri vardı. Okula başlar başlamaz okuma yazmayı öğrendi. Daha çok öğrenmek, yazmak istiyordu. Sınıfında birkaç kişide bulunan kalem ve defterden birine sahip olmak en büyük hayaliydi. Ne sıhhiyeciden aldığı iğne içindeki plastikten yapılan silgisi, ne de abi ve ablasının silerek yeniden yazmaya başladığı defteri onu mutlu ediyordu. Yepyeni defterlere, kitapları çantasına doldurmak istiyordu.

Kendi deyimiyle "şeytana uyduğu" bir anda annesinin sandığında karşısına çıkan 2 lirayı aldığı gibi okula koştu. Alfabe ve okuma kitabı aldı. Daha sonra da bakkalda yepyeni defter ve kalemlere kalan parasını saydı. Cebinde kalan birkaç kuruşla da uzun zamandır göz diktiği birkaç kuru üzüme harcadı. Ama, suçlulukla karışık bu mutluluğu uzun sürdmedi. Hayatının ilk ve son hırsızlığında yakayı ele verdi. Babası okul malzemesi aldığı için sesini pek çıkarmadı.

Okuma yazması olmayan, hayvancılıkla geçinen.. bey oğlundaki okuma hırsını görüyor, içten içe mutlu oluyordu. Ne kendisi, ne de eşi tek harfi tanımıyordu ne de olsa. Resmi bir yere yazı yazılacaksa orman memurunu bulup, ona yazdırıyor, gelen mektupları da onlara okutuyordu. Gerçi çocukları da artık öğrenmişlerdi ama memurlar herşeyin iyisini bilirdi ne de olsa.
Yine de oğluyla içten içe gurur duyuyordu. Eğitmen de Şenay'daki bu okuma hırsını görmüş, başarısı karşısında 2'inci sınıfı okutmamış, doğrudan 3'üncü sınıfa geçirmişti. Bu ilk üç sınıfı bitirince yedeksubay olarak öğretmenlik yapan İsmet İntepe'nin sınıfına geçti Şenay. İstanbullu İsmet öğretmen, öğrencilerine İstanbul'dan, Dolmabahçe'den, Boğazdan söz eder, onları hayal dünyasına götürürdü. O da Şenay'dan çok memnundu, sık sık babasına, "Verin bu çocuğu İstanbul'a götüreyim, çok başarılı" derdi.


Gerçek öğretmenle hiç karşılaşmadı
O zaman ne ilçede ortaokul, ne de lise vardı. Şenay'ın kaderi kardeşlerine benzemeyecekti. Köyde herkesin durumu aynıydı. Yaşayacak kadar tarlada ekinleri alıyor, ihtiyacı olana da gizlice yardım yapılıyordu. Geceleri sessizce kapı önlerine erzaklar bırakılır, kapı çalınır, yardımı yapan kimse gecenin sessizliğinde kaybolurdu. Kimse kimseyi yaptığı iyilikle ezmezdi. Şenay, ilkokulu bitirmesine az kala öğretmen okuluna gitmeyi kafasına koydu. Tam o sırada Naci Kılıç öğretmen karşısına çıktı. Naci Hoca, Şenay'ı Erzurum'daki Öğretmen Okulu'nun sınavlarına bir ay boyunca hazırladı. Şenay, beşinci sınıfı bitirdiğinde ilk kez köyden çıkmış, uzaktan ışıl ışıl parlayan elektriği olan Oltu'yu görebilmişti. Yazılı sınavın ardından, sözlü sınavı da geçti. Listede "Şenay Yalçın" en üst sıradaydı. Kazanmasına kazanmıştı Erzurum Yavuz Selim Öğretmen Okulu'nu. Ama oraya gidecek yol parası yoktu. Babası ablasının yaptığı elde yapılan keçe kilimi Orman Bakım memuruna sattı, aldığı parayla oğlunu alıp o zamanki adıyla Pulur Köy Enstitüsü, bugünkü adıyla Yavuz Selim İlköğretim Okulu'na götürdü.

Orada tekrar sınava girdi. Kararlıydı, burada okuyacak, büyük adam olacaktı. Bu düşüncelerle sınav salonuna ilerlerken babası arkasından bildiği tüm duaları edip, okuyup üflüyordu. Sonuçlar belli olduğunda Oltu'da birinci sırada kazanan tek kişi oldu Şenay. Yıl 1964'tü. 10 yaşında sınıfın maskotu, ufak tefek Şenay okulun en sevilenleri arasına girdi. Hayallerine adım adım yaklaşıyordu. Ne Erzurum'un soğuğu, ne annesinden ayrı kalması içine işliyordu. Altlı üstlü ranzaların olduğu barakadaki kapının bir gün açık kalıp, bütün karın üstüne yağması da onu okuma yolunda caydırmadı.

78 kişinin kaldığı barakada kimi zaman yanan kömür sobası, kimi zaman arkadaşlarının sıcaklığı ile ısınıyordu. Annesinin ördüğü yün çorapların üzerine pijaması, onun üstüne de okulun verdiği eşofmanla geceyi üşümeden geçiriyordu. Hırslı olduğu kadar çalışkandı. Bazen anlamadığı konuları yatağında ışıklar kapatıldığı için battaniyesini başına geçirip, el feneriyle tekrar eder, o da yetmediği zaman sabah erkenden uyanır, dışarı çıkıp, bağıra bağıra okuma yapardı.

Her sabah arkadaşlarıyla sınıflarını birlikte temizler, sobayı yakarlardı. Yemekleri dağıttıktan sonra, masaları kurup, bulaşıkhaneye tabaları el birliği ile götürürlerdi. Hayvancılık, arıcılık, emek yapma, pancar biçme, ürünleri saklama gibi birçok konuda köy çocukları olarak eğitim alırlardı.
Birincilikle buradan mezun olunca yükseköğretmen okulu için seçildi. Kur'ada İzmir şansına düştü. 18 dersin 16'sı 10 üzerinden 10 olunca yanına gelen her hoca, kendi branşını seçmesi konusunda telkinde bulundu. Resim ve müzikle arası pek de iyi değildi.

Şenay kararını verdi. Posta trenine bindiği gibi 16 yaşında bugün Ege Üniversitesi olarak bilinen Yükseköğretmen Okulu'na doğru yola çıktı. Yol parasını dayısı vermiş, ilk takım elbiseyle burada giymişti. Hem burada okuyup, hem de üniversite sınavlarına girecekti. Bir dershane yayınını beş arkadaş alarak aralarında değiştirerek çalıştılar. Sınav sonunda istediği okula girme şansını elde etti. En büyük amacı cerrah olmaktı, ama öğretmen okulu parasını ödemesi gerekiyordu. Yani devletin ona verdiği parayı, bu kez geri ödemesi şartıyla istediği okula gidecekti. Ya da öğretmen olup 15 yıl hizmet edip, kendisini okutan devlete hizmet edecekti. İkinci şıkkı seçmek zorunda kaldı. Babasının orman memuruna yazdırdığı mektupta "Git, oku öğretmen ol" telkinine uydu.

Şenay Yalçın, hem yükseköğretmen okulunda devam etti, hem de Ege Üniversitesi Fen Fakültesi'nde matematik ve fizik bölümünü bitirdi.

"Madem doktor olamadım, öğretim üyesi olacağım" diyerek tercihini yaptı. Birincilikle iki okuldan mezun oldu. Ancak, mecburi hizmeti yapmak zorundaydı. Asistan olarak kazanamadı. İlk tayini Malatya Atatürk Lisesi'ne çıktı. 21 yaşında lise öğretmeni olarak sınıfa girdiğinde okulun en genç öğretmeni oldu.


Askeri yıllar
Sağcının solcuyu vurduğu, günde 20 kişinin yaşamını yitirdiği bu dönemde Genelkurmay Başkanlığı'na yaptığı başvuru sonucunu postacı getirdi. Hava Kuvvetleri'ne atanmıştı. 1979'dan 1995'e kadar burada çalıştı.


Ancak, akademik kariyer yapamıyordu. İşte o sırada Bahçeşehir Uğur Eğitim Kurumları Yönetim Kurulu Başkanı Enver Yücel'le yolları kesişti. Kolejlerin oluşturulması, ardından üniversitenin kurulması sırasında destek oldu.


Bu arada yurdışında çalışmalar yaptı. 2000 yılında profesör oldu. Bahçeşehir Üniversitesi bölüm başkanlığı, dekan yardımcılı, fen edebiyat fakültesi dekanlığı, ardından mühendislik bilimleri dekanlığı ve 2007'de rektör yardımcılığı yaptı.

Birçok üniversitenin kuruluşunda kurucu rektör oldu. 2011 Temmuz ayında Bahçeşehir Üniversitesi'nde rektörlük koltuğuna oturdu.

Her anımda mutlu olmaya çalıştım
Yaşamın her safhasında mutlu olmayı becerebildim. Bu olmadı diye kendimi mutsuz hissetmedim, perişan olmadım. Hiç geriye bakmadım. Mevcut şartlarda en iyi olmaya çalıştım. Paylaşmayı seviyorum. Ailemizde kız çocuklarından kim üniversiteyi kazanırsa ona burs veriyorum. Kızların okuması çok önemli.

Büyük kızım hayalimdeki tıbbı seçti
Üniversitede asistanken eşim Elif'le tanıştım. Sonra evlendim. Üç kızım oldu. Büyük kızım benim hayalim olan doktorluğu seçti. Çocuklarıma meslek telkini yapmam. O ortamı sağlarım, onlar karar verir. Ailenin etkisiyle seçim yapıp, mutsuz olan insanlar çok gördüm. Diğer kızlarım radyolog ve elektronik mühendisi.

Boykotlarda amelelik yapardım

Anne babanız rektörlüğünüzü gördü mü?
Annem 99 yaşında. Babam 1992'de vefat etti. Ben o zaman binbaşıydım. Benimle hep gurur duyuyorlardı.


Yazları çalışarak mı okudunuz?
Anarşi dönemlerinde okulda çok boykot olurdu. O zamanlar üniversitenin yanında inşaat binalarında harç çeker, amelelik yapardım. Başka imkanım yoktu. Bazen de dershanelerde cumartesi-pazar etüd öğretmenliği yapardım. Yazları da köye gittiğimiz ilk günden, döneceğim geceye kadar tarlada çayırda çalışırdım. Ellerim nasır bağlardı.

Bu koşullardan, rektörlük koltuğuna geldiniz.
Hayatımda hep manevi tatmin aradım. Benim okumama vesile olan devlete karşı hep borcum olduğumu hissettim. Rektörlük koltuğuna oturunca özel bir zevk duymadım. Sorumluluk fazla. Bir akademisyenin gelebileceği en üst nokta. Daha çok kişiye hizmet vereceğim.

Yazan : Nuran Çakmakçı
 
Eki Görüntüle 313247 Ayşe Arman 'dan yine okurken nefesimi tuttuğum,her kelimesinden bir hayat dersi çıkardığım çok çarpıcı bir hayat hikayesi! Bir kaç dakikanızı ayırmanızı ümit ediyorum.Yazıyı kopyalamıyorum link aşağıda...23 yaşındaki biseksüel bir erkeğin hayatı..Asıl anlatılmak isteneni de siz keşfedin....işte o yazı:


Yllar sonra babamla sahnede hesaplatm - Aye ARMAN - Hrriyet

okurken gözlerim doldu. beni sevde nasıl seversen sev, bu sevgi bana zarar verse de sev... babası her yaklaştığında,o sevgi

beklerken çalmış tüm hayatını. ben bu insanın kimseye güvenle sarıllacağını düşünmüyorum. birine güvenle sarılamamak ne kötü...

her oynadıkça kendini öldürüyor aslında:26:

hep bir yanımız eksik, hep yarım... hayat işte:31:
 
okurken gözlerim doldu. beni sevde nasıl seversen sev, bu sevgi bana zarar verse de sev... babası her yaklaştığında,o sevgi

beklerken çalmış tüm hayatını. ben bu insanın kimseye güvenle sarıllacağını düşünmüyorum. birine güvenle sarılamamak ne kötü...

her oynadıkça kendini öldürüyor aslında:26:

hep bir yanımız eksik, hep yarım... hayat işte:31:


bende çok etkilenmiştim zeboşum..:26:

ama kendini öyle güzel yetiştirmiş ki...gerçi hiç bir şey o sevginin yerini tutamaz..

çok istemiştim bu oyuna gitmeyi ama imkan ve şartlar maalesef..

hiç bir şey yarım kalmasınn inşallah..:26:
 
bende çok etkilenmiştim zeboşum..:26:

ama kendini öyle güzel yetiştirmiş ki...gerçi hiç bir şey o sevginin yerini tutamaz..

çok istemiştim bu oyuna gitmeyi ama imkan ve şartlar maalesef..

hiç bir şey yarım kalmasınn inşallah..:26:[/COLOR][/COLOR][/FONT][/B]

hem güzel yetiştirmiş hemde çok cesurmuş

keşke sadece sevgisiz kalsaydı. bende oyuna gitmek isterdim

inşallah canım:34:
 
1920 yılında Adana’da doğdu. Küçük yaşlardan itibaren beden ve beyin gücü ile yaşıtlarından farklı bir çocuktu. 4 yaşında Kuran-ı Kerimi hatmetti. Yirmi yıl dünya zevk ve nimetlerinden uzak yaşadı. Bu süre içersinde, irade ve nefis eğitimi yaparak, vücudunun bütün uzuvlarını kontrolü altına alabilmeyi öğrendi.

1961 yılında İzmir’de geçirdiği bir trafik kazasında beli kırıldı. Tıp otoriteleri, ömür boyu sakat kalacağını, vücudunun belden aşağısının fonksiyonunu yitirdiğini bildirdiler. Tıp dünyası hızla gelişirken o, pek çok felçli insan gibi kaderiyle baş başa bırakılmıştı. Tıbben yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Ancak, Yogi Kazım, vücudunu çok iyi tanıyordu. Yıllarca insan bedeni ve irade üzerine eğitim görmüş bir kişi olarak hiç yılgınlığa düşmedi. Kendi geliştirdiği farklı tedavi yöntemlerini, kendi bedeni üzerinde denemeye başladı. Felcini iyileştirmek ve yeniden ayağa kalkmak konusunda çok kararlı, çok sabırlı ve çok inançlıydı. Uzun süren çabaları, sonucunu verdi ve tekrar eski sağlığına kavuşmayı başardı. Sadece bel omurlarında meydana gelen hasar nedeniyle boyu 12 cm kısalmıştı.

Belinin kırılması Yogi Kazım Gürbüz’ün hayatındaki önemli dönüm noktalarından biri olmuştu. Bu durumu manevi bir sınav olarak kabul ediyordu. Madem ki imkansızı başarmış ve sağlığına kavuşmuştu; o halde, tıbbın yardım edemediği diğer kişiler de onun geliştirdiği bu yöntemden yararlanabilirlerdi.

İnsan İradesinin Gücü

9. kademeye yükselmiş, sakat kalmanın acısını yaşamış bir yogi olarak insanlığa faydalı olabilmek konusunda kendisini borçlu hissediyordu. Önemli olan hastalandıktan ya da sakatlandıktan sonra çözüm aramak yerine, önceden gereken güce sahip olabilmekti. Bu güç ise herkeste vardı.

İnsan iradesinin gücünü, bu güçten azami derecede yararlanabilmeyi insanların küçük yaşlarda öğrenmesi gerekiyordu. Bir insanın isterse irade ve nefis eğitimi ile bütün uzuvlarına hakim olmayı öğrenerek, uzun yıllar hastalıksız ve mutlu yaşayabileceğini anlatmak üzere bir proje başlattı. Milli Eğitim Bakanlığı, Talim Terbiye Daire Başkanlığı’nın onayı ile Türkiye’nin hemen hemen her kentinde ilk ve orta öğretim okullarında konferanslar verdi. İnsanın iradesini güçlendirerek, irade harici çalışan organlarına da hakimiyet kurabileceğini kendi bedeninde gösterdi. İnsanın beynini eğiterek, gizli kalmış yeteneklerini ortaya çıkartıp, bilim alanında da bir çok başarılar elde edebileceğini belirten konferanslar verdi.

Yaklaşık on yıl boyunca karda kışta, kötü koşullarda, gece gündüz Türkiye’yi dolaşarak verdiği bu konferanslarda; yoka, yogilik ve vücut hakkında bilgiler verirken adeta bir çile yaşamı sürdürdü.

Amacı; geleceğin bilim insanlarına, yöneticilerine, politikacılarına, esnafına, mühendislerine; insanlığa ve yaşadıkları topluma faydalı olabilmeleri için edindiği bilgileri vermek, kendi güçlerini kullanmasını öğretmekti. Bu aynı zamanda bilimde, teknolojide gelişmiş, bağımsız ve kalkınmış bir ülke demekti.

İlk Müslüman Yogi

Yogiler, irade ve güçlerini sadece kendi üzerlerinde tatbik ederler, oysa Yogi Kazım Gürbüz, faydalı olabilmek amacıyla geliştirdiği metodlarını başkaları üzerinde de uygulayabiliyor. Rabıtaya girerek (trans hali) beyinsel enerjisini parmakları aracılığıyla karşısındaki kişiye aktararak, olabildiğince, sinirleri uyarabiliyor. Bu özellikleri bakımından yalnız Türkiye’de değil, dünyada da onun branşında bir yogi daha yok. Yogi Kazım Gürbüz bunu şöyle açıklıyor:

“ Ben yogiliğe kendi özümden ve dini inancımdan da bir çok gerçekleri katarak, bedenime daha fazla hakimiyet kurabilmeyi başardım. Yogiliğin en yüksek kademesi olan 8. Kademesine geldikten sonra, yogilerin yapabileceklerinin dışında, kendi geliştirdiklerimle 9. Kademeye ulaştım. Onları da kullanıyorum. İnanarak uyguladığım ASİNYİD gerçeklerinde her harfin bir anlamı vardır: Allaha inanmak, Sabretmek, İrade gücü, Nefse hakimiyet, Yaratıcı olmak, İlim, Doğuş.”

Dünya Tanıdı

Yaşamının yaklaşık otuz yılını yurt dışında geçiren Yogi Kazım Gürbüz’ün başarıları dünyaya yayıldı. Bir çok devlet başkanı, ünlü sanatçılar, yabancı diplomatlar genç kalmak, sağlıklı ve uzun yaşamak için ya da tıbbın çare bulamadığı sorunlar yüzünden Yogi Kazım’ın peşine düştüler. Çok cazip teklifler aldı. Amerika’ya yerleşmesi için çok iyi koşullar önerildi.

1968 senesinde Suudi Arabistan Kralı İbn-i Suud, 1984 yılında Fildişi Sahilleri Cumhurbaşkanı Tıp Doktoru Felix Hupet Boigny ve daha pek çok ünlü kişi inanılmaz imkanlar sağlayarak, kendisinin devamlı yanlarında kalmasını teklif etti.

Yogi Kazım, bu insanlara bilgilerini uygulayarak, onların sağlıklı yaşaması için gereken yardımı yaptıktan sonra, bu cazip tekliflere teşekkür ederek şöyle yanıt verdi:

“ Benim amacım, bilgilerimi dünya insanlarının tümüne sunmak. Maddeye kapılıp manevi zenginliğimi azaltmayı düşünmüyorum.”

1984 yılında, DPA ajansının açıklamasına göre Yogi Kazım Gürbüz’e ait haber ve yorumlar, dünya basınında 1200 gazete ve dergide ayrıca, Amerika’ da, Alman, İngiliz, Hollanda ve pek çok Avrupa televizyonlarında yer almıştı.

İkinci Dönüm noktası

2001 yılında yaşadığı besin zehirlenmesi sonrasında hızla kilo kaybeden Yogi Kazım’a doktorlar kanser teşhisi koydular. Geçirdiği ameliyat sonrasında sol böbreği, dalağı ve pankreas kuyruğu alındı. Her iki böbrek üstü bezi olmayan Yogi Kazım’a artık her türlü hareket yasaktı. Kalan ömrünü ev içinde geçirecek, sadece ihtiyaçlarını karşılamak için hareket edebilecekti.

Yogi Kazım, doktorların bu önerisine “Hayır!” dedi. Kanser olduğuna da inanmıyordu. Çok kilo kaybetmişti, yürümekte bile zorlanıyordu ama o, yine de kendini yenileyeceğine, beynindeki güçle bedenini kontrol edebileceğine inanıyordu:

“Kendi kendimle, yani ruhumla konuşuyordum. ‘Bu ruh bende olduğu sürece benim bedensel olarak yenemeyeceğim hiçbir problem yoktur’ diyordum kendime. Çünkü, dünyada hiç kimse tedavi etme gücüne sahip değildir. Tedavi insanın kendi beynindeki güçle gerçekleşir. Doktorlar da hastalıkların çeşidine göre bilgilerini uygularlar, hastayı beynindeki güç tedavi eder.”

Bedeni kontrol edebilme gücü, aynı zamanda hastalıkları da kontrol edebilmek anlamına geliyordu onun için. Beli kırıldığında da aynı inançla hareket etmiş ve kendi bedeninde geliştirdiği yöntemlerle adeta bir mucize yaratmıştı. Oysa Yogi Kazım bunun mucize olmadığını söylüyor, her insanın kendisini geliştirdiği taktirde, bu gücü kullanabileceğini şu sözlerle ifade ediyordu:

“ İnsan, isterse ve beynindeki gücü doğru bir şekilde uygularsa, kas ve sinir sistemini bile yeniden oluşturabilir”.

Organlarının alınması, Yogi Kazım’ın hayatındaki ikinci dönüm noktası oldu. Ya kenara çekilip hayatı uzaktan seyredecek ya da eskisi gibi hayatın tam ortasında, aktif bir şekilde var olacaktı. Sadece kendisi için değil dünya insanları için de, çalışmalarına ve deneyimlerine devam edecekti.

Hiç tereddüt etmedi. Her zamanki gibi inançlı, kararlı ve disiplinliydi. Ameliyatının üzeriden daha 10 gün geçmişti ki, öğrencileriyle birlikte kendi geliştirdiği YOKA çalışmalarına başladı. Hızla eski enerjisini yeniden kazanıyordu. Çok geçmeden Adana’daki çiftliğinde işlerinin başına geçti. İkinci zor sınavını da başarıyla vermişti.

Yenilenme

Şu anda 89 yaşında olan Yogi Kazım Gürbüz, ilerleyen yaşına rağmen, bu gün pek çok profesyonel sporcudan daha fazla kondisyon gücüne sahip. Bunu, beden hakimiyetine, beyin gücünü kullanabilmesine ve yaptığı çalışmalarla vücudunu yenilemesine borçlu.

Bedenini kontrol edebilme becerisi sayesinde; kendi deyimiyle, “irade harici uzuvları”na hakim olabiliyor. Yani, belirli sürelerle kalbini durduruyor, kan dolaşımını kesiyor ve hızlandırabiliyor, ciğer, mide, barsak ve solunum sistemlerini yönetebiliyor. Mafsallarını çıkartıyor. Su altında 5 dakika nefessiz kalabiliyor. (Su altında nefessiz kalma rekoru 10 dakika) Çok yüksek beyin gücüne sahip. Sahip olduğu enerjiyi başkalarına aktararak, onların enerjisini harekete geçirebiliyor. Yıllarca başkaları üzerinde de metodlarını uygulayarak onların da sağlıklarına kavuşmasına yardımcı oldu.

Bu becerilerinden yararlanarak uyguladığı vücut yenileme sistemi ile ilgili olarak, “ Ben sadece bilgimi uygularım, vücudu yenileyip, gençleştiren ya da sağlığına kavuşturan insanın kendi ruhudur” diyor.


$yogi.jpg 90 yaşındaki hali...:53:






















 
1920 yılında Adana’da doğdu. Küçük yaşlardan itibaren beden ve beyin gücü ile yaşıtlarından farklı bir çocuktu. 4 yaşında Kuran-ı Kerimi hatmetti. Yirmi yıl dünya zevk ve nimetlerinden uzak yaşadı. Bu süre içersinde, irade ve nefis eğitimi yaparak, vücudunun bütün uzuvlarını kontrolü altına alabilmeyi öğrendi.

1961 yılında İzmir’de geçirdiği bir trafik kazasında beli kırıldı. Tıp otoriteleri, ömür boyu sakat kalacağını, vücudunun belden aşağısının fonksiyonunu yitirdiğini bildirdiler. Tıp dünyası hızla gelişirken o, pek çok felçli insan gibi kaderiyle baş başa bırakılmıştı. Tıbben yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Ancak, Yogi Kazım, vücudunu çok iyi tanıyordu. Yıllarca insan bedeni ve irade üzerine eğitim görmüş bir kişi olarak hiç yılgınlığa düşmedi. Kendi geliştirdiği farklı tedavi yöntemlerini, kendi bedeni üzerinde denemeye başladı. Felcini iyileştirmek ve yeniden ayağa kalkmak konusunda çok kararlı, çok sabırlı ve çok inançlıydı. Uzun süren çabaları, sonucunu verdi ve tekrar eski sağlığına kavuşmayı başardı. Sadece bel omurlarında meydana gelen hasar nedeniyle boyu 12 cm kısalmıştı.

Belinin kırılması Yogi Kazım Gürbüz’ün hayatındaki önemli dönüm noktalarından biri olmuştu. Bu durumu manevi bir sınav olarak kabul ediyordu. Madem ki imkansızı başarmış ve sağlığına kavuşmuştu; o halde, tıbbın yardım edemediği diğer kişiler de onun geliştirdiği bu yöntemden yararlanabilirlerdi.

İnsan İradesinin Gücü

9. kademeye yükselmiş, sakat kalmanın acısını yaşamış bir yogi olarak insanlığa faydalı olabilmek konusunda kendisini borçlu hissediyordu. Önemli olan hastalandıktan ya da sakatlandıktan sonra çözüm aramak yerine, önceden gereken güce sahip olabilmekti. Bu güç ise herkeste vardı.

İnsan iradesinin gücünü, bu güçten azami derecede yararlanabilmeyi insanların küçük yaşlarda öğrenmesi gerekiyordu. Bir insanın isterse irade ve nefis eğitimi ile bütün uzuvlarına hakim olmayı öğrenerek, uzun yıllar hastalıksız ve mutlu yaşayabileceğini anlatmak üzere bir proje başlattı. Milli Eğitim Bakanlığı, Talim Terbiye Daire Başkanlığı’nın onayı ile Türkiye’nin hemen hemen her kentinde ilk ve orta öğretim okullarında konferanslar verdi. İnsanın iradesini güçlendirerek, irade harici çalışan organlarına da hakimiyet kurabileceğini kendi bedeninde gösterdi. İnsanın beynini eğiterek, gizli kalmış yeteneklerini ortaya çıkartıp, bilim alanında da bir çok başarılar elde edebileceğini belirten konferanslar verdi.

Yaklaşık on yıl boyunca karda kışta, kötü koşullarda, gece gündüz Türkiye’yi dolaşarak verdiği bu konferanslarda; yoka, yogilik ve vücut hakkında bilgiler verirken adeta bir çile yaşamı sürdürdü.

Amacı; geleceğin bilim insanlarına, yöneticilerine, politikacılarına, esnafına, mühendislerine; insanlığa ve yaşadıkları topluma faydalı olabilmeleri için edindiği bilgileri vermek, kendi güçlerini kullanmasını öğretmekti. Bu aynı zamanda bilimde, teknolojide gelişmiş, bağımsız ve kalkınmış bir ülke demekti.

İlk Müslüman Yogi

Yogiler, irade ve güçlerini sadece kendi üzerlerinde tatbik ederler, oysa Yogi Kazım Gürbüz, faydalı olabilmek amacıyla geliştirdiği metodlarını başkaları üzerinde de uygulayabiliyor. Rabıtaya girerek (trans hali) beyinsel enerjisini parmakları aracılığıyla karşısındaki kişiye aktararak, olabildiğince, sinirleri uyarabiliyor. Bu özellikleri bakımından yalnız Türkiye’de değil, dünyada da onun branşında bir yogi daha yok. Yogi Kazım Gürbüz bunu şöyle açıklıyor:

“ Ben yogiliğe kendi özümden ve dini inancımdan da bir çok gerçekleri katarak, bedenime daha fazla hakimiyet kurabilmeyi başardım. Yogiliğin en yüksek kademesi olan 8. Kademesine geldikten sonra, yogilerin yapabileceklerinin dışında, kendi geliştirdiklerimle 9. Kademeye ulaştım. Onları da kullanıyorum. İnanarak uyguladığım ASİNYİD gerçeklerinde her harfin bir anlamı vardır: Allaha inanmak, Sabretmek, İrade gücü, Nefse hakimiyet, Yaratıcı olmak, İlim, Doğuş.”

Dünya Tanıdı

Yaşamının yaklaşık otuz yılını yurt dışında geçiren Yogi Kazım Gürbüz’ün başarıları dünyaya yayıldı. Bir çok devlet başkanı, ünlü sanatçılar, yabancı diplomatlar genç kalmak, sağlıklı ve uzun yaşamak için ya da tıbbın çare bulamadığı sorunlar yüzünden Yogi Kazım’ın peşine düştüler. Çok cazip teklifler aldı. Amerika’ya yerleşmesi için çok iyi koşullar önerildi.

1968 senesinde Suudi Arabistan Kralı İbn-i Suud, 1984 yılında Fildişi Sahilleri Cumhurbaşkanı Tıp Doktoru Felix Hupet Boigny ve daha pek çok ünlü kişi inanılmaz imkanlar sağlayarak, kendisinin devamlı yanlarında kalmasını teklif etti.

Yogi Kazım, bu insanlara bilgilerini uygulayarak, onların sağlıklı yaşaması için gereken yardımı yaptıktan sonra, bu cazip tekliflere teşekkür ederek şöyle yanıt verdi:

“ Benim amacım, bilgilerimi dünya insanlarının tümüne sunmak. Maddeye kapılıp manevi zenginliğimi azaltmayı düşünmüyorum.”

1984 yılında, DPA ajansının açıklamasına göre Yogi Kazım Gürbüz’e ait haber ve yorumlar, dünya basınında 1200 gazete ve dergide ayrıca, Amerika’ da, Alman, İngiliz, Hollanda ve pek çok Avrupa televizyonlarında yer almıştı.

İkinci Dönüm noktası

2001 yılında yaşadığı besin zehirlenmesi sonrasında hızla kilo kaybeden Yogi Kazım’a doktorlar kanser teşhisi koydular. Geçirdiği ameliyat sonrasında sol böbreği, dalağı ve pankreas kuyruğu alındı. Her iki böbrek üstü bezi olmayan Yogi Kazım’a artık her türlü hareket yasaktı. Kalan ömrünü ev içinde geçirecek, sadece ihtiyaçlarını karşılamak için hareket edebilecekti.

Yogi Kazım, doktorların bu önerisine “Hayır!” dedi. Kanser olduğuna da inanmıyordu. Çok kilo kaybetmişti, yürümekte bile zorlanıyordu ama o, yine de kendini yenileyeceğine, beynindeki güçle bedenini kontrol edebileceğine inanıyordu:

“Kendi kendimle, yani ruhumla konuşuyordum. ‘Bu ruh bende olduğu sürece benim bedensel olarak yenemeyeceğim hiçbir problem yoktur’ diyordum kendime. Çünkü, dünyada hiç kimse tedavi etme gücüne sahip değildir. Tedavi insanın kendi beynindeki güçle gerçekleşir. Doktorlar da hastalıkların çeşidine göre bilgilerini uygularlar, hastayı beynindeki güç tedavi eder.”

Bedeni kontrol edebilme gücü, aynı zamanda hastalıkları da kontrol edebilmek anlamına geliyordu onun için. Beli kırıldığında da aynı inançla hareket etmiş ve kendi bedeninde geliştirdiği yöntemlerle adeta bir mucize yaratmıştı. Oysa Yogi Kazım bunun mucize olmadığını söylüyor, her insanın kendisini geliştirdiği taktirde, bu gücü kullanabileceğini şu sözlerle ifade ediyordu:

“ İnsan, isterse ve beynindeki gücü doğru bir şekilde uygularsa, kas ve sinir sistemini bile yeniden oluşturabilir”.

Organlarının alınması, Yogi Kazım’ın hayatındaki ikinci dönüm noktası oldu. Ya kenara çekilip hayatı uzaktan seyredecek ya da eskisi gibi hayatın tam ortasında, aktif bir şekilde var olacaktı. Sadece kendisi için değil dünya insanları için de, çalışmalarına ve deneyimlerine devam edecekti.

Hiç tereddüt etmedi. Her zamanki gibi inançlı, kararlı ve disiplinliydi. Ameliyatının üzeriden daha 10 gün geçmişti ki, öğrencileriyle birlikte kendi geliştirdiği YOKA çalışmalarına başladı. Hızla eski enerjisini yeniden kazanıyordu. Çok geçmeden Adana’daki çiftliğinde işlerinin başına geçti. İkinci zor sınavını da başarıyla vermişti.

Yenilenme

Şu anda 89 yaşında olan Yogi Kazım Gürbüz, ilerleyen yaşına rağmen, bu gün pek çok profesyonel sporcudan daha fazla kondisyon gücüne sahip. Bunu, beden hakimiyetine, beyin gücünü kullanabilmesine ve yaptığı çalışmalarla vücudunu yenilemesine borçlu.

Bedenini kontrol edebilme becerisi sayesinde; kendi deyimiyle, “irade harici uzuvları”na hakim olabiliyor. Yani, belirli sürelerle kalbini durduruyor, kan dolaşımını kesiyor ve hızlandırabiliyor, ciğer, mide, barsak ve solunum sistemlerini yönetebiliyor. Mafsallarını çıkartıyor. Su altında 5 dakika nefessiz kalabiliyor. (Su altında nefessiz kalma rekoru 10 dakika) Çok yüksek beyin gücüne sahip. Sahip olduğu enerjiyi başkalarına aktararak, onların enerjisini harekete geçirebiliyor. Yıllarca başkaları üzerinde de metodlarını uygulayarak onların da sağlıklarına kavuşmasına yardımcı oldu.

Bu becerilerinden yararlanarak uyguladığı vücut yenileme sistemi ile ilgili olarak, “ Ben sadece bilgimi uygularım, vücudu yenileyip, gençleştiren ya da sağlığına kavuşturan insanın kendi ruhudur” diyor.


Eki Görüntüle 463840 90 yaşındaki hali...:53:
























oha bu adam 90 yaşında mı yok artık :53::53:
 
Hayata gözlerini açtığında yolu çizilmişti. Terzi babanın terzi oğlu olacaktı. Ancak o babasından öğrendiği işi atadan kalma yöntemlerle yapmak yerine risk almayı seçti. 13 metrekarelik bir terzi dükkanından dünya liderlerini giydiren bir marka yarattı. İşte Sarar'ın sahibi Cemalattin Sarar'ın başarı öyküsü...

TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK HAZIR GİYİMCİSİNİN ÖYKÜSÜ

Türkiye'nin en büyük hazır giyim üreticisi Sarar'ın sahibi Cemalettin Sarar'ın başarı öyküsü sizi büyüleyecek.

Tarih 19 Nisan 1944...

Eskişehirli terzi Abdurrahman Sarar mutluluktan havalara uçacak kadar keyifli...

Çünkü...

O gün ilk defa "baba" oldu...
Allah'ım o nasıl yüce ve yüceltici bir duyguydu öyle...
O nasıl bir mutluluktu...
O nasıl da kibirsiz bir gurur kaynağıydı...
Sadece "baba" olmakla da kalmıyordu o gün Terzi Abdurrahman...

Aynı gün Eskişehir Odun Pazarı semtindeki 13 Metrekarelik "Terzi Dükkânı"nın, "Hazır Elbiseci Abdurrahman Sarar" olan adının Eskişehir Ticaret Odası'na kayıt işlemlerini de bitiriyordu...

Ve oğlu Cemâlettin'in doğduğu gün, "Eskişehirli bir Tüccar Terzi" olarak yepyeni bir ticari hayata başlıyordu...

Derken...

O "Hazır Giyimci" dükkânı hemen her gün küçük bir delikanlıyı ağırlıyordu...
Cemâlettin'i...
Küçük Cemâlettin annesinin evde pişirdiği yemekleri sefer tası ile babasının dükkânına taşıyordu...
Odun Pazarı'ndaki o küçücük dükkânına giderken bazen Eskişehir valisi Arif Özgen geçiyordu yanından, bütün forsuyla...

Ve...

Otomobilinin arka koltuğuna oturmuş her şeye hükmeden tavrıyla...

Valiyi gördükçe hayalinde birden büyüyor ve "vali" oluyordu Cemâlettin...

Sonra da o keyifle başlıyordu koşmaya elinde sefer tasıyla...

Sanki koşarsa bir an önce büyüyecek ve vali olacakmış gibi...

Ve karar veriyordu:

Okuyacak ve büyüdüğünde vali olacaktı...

Ve...

Yıllar yılları kovalıyordu...

Cemâlettin'e iki erkek kardeş geliyor bu arada...

Ve "Hazır Giyimci" dükkânına gidip gelmeler daha da sıklaşıyor...

İşi öğreniyor Cemâlettin ...

Ve seviyor da...

Bazen İstanbul'a gidip mal alıyor...

Piyasayı öğreniyor...

En önemlisi "Pazarlık" yapmayı ve başarılı bir tüccarın temel ilkesini öğreniyor:

"Para, mal satın alırken kazanılır"...

Çünkü bir malı satabileceğiniz fiyatın üst sınırı belli...

Önemli olan satın alırken en alt sınırı yakalayabilmek...

Ve işte o sırrı öğreniyor Cemâlettin Sarar...

Ve...

Artık "vali" olmayı ne düşünüyor, ne düşlüyor...

O, babasının hazır giyim işini çok büyütecek...

O işin sanayicisi olacak...

Dünyaca ünlü bir marka haline gelecek...

Sloganı bile daha yıllar öncesinden hazır:

"Sarar Bir Dünya Markası"

Rhonda Byrne, "Secret" isimli çoksatar kitabının 47. sayfasında, Lisa Nichols'ün ağzından şunları yazar:

"İlk adım istemektir. Evren'e komut verin ne istediğinizi bilmesini sağlayın; düşüncelerinize cevap verecektir."

Cemâlettin Sarar evrene komut vermişti...

"Sarar'ın Bir Dünya Markası olmasını istiyorum..."

Ve oldu...

Burada yine biraz ara verip bir tespitimi söyleyeyim...

Dikkat ettim...

Dünya ekonomisi ve üretim tüketim ilişkilerindeki radikal değişimi, gelişimi erken öngören kişi veya aile firmaları diğer rakiplerinden önce "bir adım", sonra da metrelerce önde götürmüşler yarışı...

Sona yaklaşırken arkalarına baktıklarında statükocu, gelenekçi, "babamın yaptığı işten vazgeçmem arkadaş"ımcılar hep gerilerde kalmış...

Veya atadan kalma gayrimenkulleri kat karşılığı vererek ya da satarak günümüze kadar gelebilmişler...

Ama...

Kendilerinden sonraki nesillere bırakacakları bir şey de kalmamış...

Tabii bu arada rantiyelik sürecinde çoluk çocuğa iyi eğitim verdirenler ise "varlıklı bir iş insanı ana-babası" olamamışlar ama "başarılı bir bürokrat" ya da "profesyonel" ebeveyni olmuşlar...

Cemâlettin Sarar öngörüsü yüksek olanlardan...

Ağaca baktığında dalları ve yaprakları değil; o dallardan ve yapraklardan görünmeyen gökyüzünü gören bir öngörü sahibi hem de...

Ve işte o yüzdendir ki baba Abdurrahman Sarar'ın 13 metrekarelik terzi dükkânında (baba sarar dâhil) 3 kişi ile başlayan yolculuk bugün 5.000 kişinin çalıştığı Küresel ekonominin giyim sektöründeki önemli bir aktörlüğüne sıçradı...

Ve...

Tanınan bir marka olmanın, ya da "Bir Dünya Markası" olmanın onuruyla birlikte yurt dışında "Korsanların" kâr kapısı oldu...

Çünkü bilhassa Çinli emek ve değer hırsızları, ucuz emek ve kumaş harcayıp üzerine "Sarar" marka etiketini de basıp "korsan" üreticilik yaptı uzun süre...

Elbette o ürünleri Türkiye'ye sokamadılar ama Sarar'ın çok tutulduğu bazı Avrupa pazarlarına bir ara girmeyi başardılar...

Sarar yönetimi bu korsan belâsı ile epey uğraştıktan sonra önünü alabildi gibi...

"Gibi" diyorum çünkü küresel markaların korsan sorunu her zaman olacaktır...

Bana sorarsanız, bir Türk sanayicisinin markasının "korsan" üretimi, bir yazarımızın romanlarının "korsan" yayıncıların "gelir kapısı" haline gelmesi gibi "onur verici" ama sadece biz Türkler için...

Oyun yazarı ve üretici firma için ise çok büyük "Pazar ve haliyle gelir kaybı"...

Çünkü markayı üretenin kazanması gereken geliri, o markanın değerinden, kalitesinden istifade ederek bir takım yasadışı kişiler çalıyorlar...

Neyse...

En azından şimdilik Sarar, korsan sorununu çözmüş görünüyor...

Çünkü korsan önlendikçe ciro daha da artıyor aynen son yıllarda olduğu gibi...

Bu arada unutmadan söyleyeyim...

ABD'nin Obama'dan önceki başkanı George Bush'un üzerinde gördüğünüz elbiseler de SARAR'dı...

Ve bizzat kendi SARAR'dan giyinmeyi istiyordu...

Çünkü SARAR'ın kalıplarını çok beğeniyordu...

Ne diyordum?..

Baba Abdurrahman Sarar'ın 13 Metrekarelik terzi dükkânından başlayan yolculuk bütün haşmetiyle devam ediyor...

Bugün, Eskişehir Organize Sanayi Bölgesinde 90.000 metre kare araziye kurulu 3 fabrika ile Eskişehir - Kütahya yolu üzerinde kurulu 55 bin metre kare alana kurulu Sarar Basma - Boyama - Ev Tekstili Fabrikaları ve İstanbul Bomonti'deki Sarar Hazır Giyim Fabrika ile bir "Giyim Devi" haline geldi Sarar...

Henüz yol bitmiş değil...

Sadece yeni bir istasyona geldiler...

Yolculuğun hedefine şu andaki Sarar kardeşlerin torunlarının, torunlarının torunları ve daha ilerisi karar verecekler...

Sarar Giyim Fabrikalarını ilk kez 2004 yılı Mart ayının son haftasında gezdim...

Yedi yıl önce...

Eskişehir Organize sanayideki 3 fabrikanın yanında yer alan "makine üreten makineler bölümü" çok dikkatimi çekmiş ve beni heyecanlandırmıştı...

Yani...

Sarar, bilgisayarlı otomatik kesme makinelerini, bilgisayarlı buhar ütü tesislerini hep fabrika içindeki o "mini fabrika" da üretiyordu.

Avrupa'dan 2 milyon Dolardan aşağı fiyata satın alınamayacak bilgisayarlı kesme tesisi 250 bin dolara mal edilmişti...

Aynı şey "ütü tesisi" için de geçerliydi...

Eveeet...

Bu kadar genel bilgiden sonra geleyim "Özel Bilgi"ye...

"Özel Bilgi" dediğim de "Cemâlettin Sarar"...

Yani üç kardeşin yaşça en büyüğü...

Sanayiciliğe giden yoldaki "ilk kaptan" deyin, "ilk pilot" deyin, "ilk makinist" deyin; ne derseniz deyin ama "düşüm peşime diyen" lider O...

Kardeşler de ağabeylerinin hem yardımcıları, hem sağ ve sol kolları hem de en yakın takipçileri...

2005 - 2009 yılları arasında Eskişehir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı da yapan Cemâlettin Sarar; fabrika arazisinin içindeki mütevazı bir evde yaşıyor eşiyle birlikte...

Fabrikalardaki işi sabah saat yedide başlıyor...

Çalışanları o karşılıyor her sabah sürekli gülümseyen gözleriyle ve "Günaydın" diyerek...

"Değerleriniz nedir?" diye sorarsanız alacağınız cevap hazır:

"Kalite, Çözümcülük, Dürüstlük, Güvenirlik, Eğitim, Esneklik, İnsana Saygı, Müşteri odaklılık, Sorumluluk, Sürekli Gelişim, Yaratıcılık, Yarışmacı Olma ve Takım Çalışması..."

Ve...

Siz, Sarar Şirketler Grubu Onursal Başkanı Cemalettin Sarar'la ilgili bu yazdıklarımı okurken büyük ihtimalle O, görevini kardeşi Celaleddin Sarar'ın oğlu Ali Emre Sarar'a devretmiş olacak...

Kendisi ise "Grubun Onursal Başkanı" olarak yine her sabah işine gidip gelecek...
Demek ki "başarılı olabilmenin bir diğer koşulu da gerektiğinde makamdan vazgeçebilmek"miş...

Darısı, başarılı olmak isteyen herkesin başına...
Ve tabii SARAR Giyim'in yeni ve genç CEO'su Ali Emre Sarar'a başarı dileklerimle...

Yazan : Aslı Saygıner
 
Eki Görüntüle 313247 Ayşe Arman 'dan yine okurken nefesimi tuttuğum,her kelimesinden bir hayat dersi çıkardığım çok çarpıcı bir hayat hikayesi! Bir kaç dakikanızı ayırmanızı ümit ediyorum.Yazıyı kopyalamıyorum link aşağıda...23 yaşındaki biseksüel bir erkeğin hayatı..Asıl anlatılmak isteneni de siz keşfedin....işte o yazı:


Yllar sonra babamla sahnede hesaplatm - Aye ARMAN - Hrriyet

süper ötesi ayşe arman zaten farlı bir evren
 
BİR İNSAN DÜNYAYI DEĞİŞTİRİR

Bir insan dünyayı değiştirebilir mi? İlk söylendiğinde çok zor görünüyor. Zor, ama imkansız değil... Tarih, insanlıklarıyla, buluşlarıyla, duruşlarıyla, görüşleriyle bazı insanların dünyamızı güzelleştirme örnekleriyle dolu. 24 yaşındaki Bedia öğretmen de onlardan biri. Onun çabası, bir dağ köyündeki onlarca çocuğun dünyasını çoktan değiştirdi.

Antalya’da ’Oyuncak Mu’ projesiyle eğitim ve doğa tutkusunu birleştiren 24 yaşındaki okul öncesi öğretmeni Bedia Tülüler, ilk atamasının yapıldığı Diyarbakır’ın kuzey batısındaki bir dağ köyü olan Aydınlı’da tek oyuncağı taş, toprak, sopa olan çocukların dünyasına ışık oldu.

Antalya’da lisede çocuk gelişimi eğitimi aldıktan sonra Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olup, Diyarbakır’ın Çüngüş İlçesi’ne bağlı Aydınlı’ya atanan Bedia Tülüler, üniversitede hazırladığı projesini değerlendirdi. Oyuncak-Mu projesinin üniversitede bitirme tez ödevi olduğunu belirten Bedia Tülüler, okulu bitirdikten sonra Antalya’daki evini atölyeye çevirdiğini ve Oyuncak-Mu projesiyle, ahşap kullanarak doğal-organik oyuncak tasarlayıp ürettiğini söyledi. Tülüler, ürettiği oyuncakları Türkiye’nin yanı sıra Avrupa’dan çocukları için sağlıklı oyuncaklar isteyen anne-babalara gönderdiğini anlattı.

Bedia öğretmen okul sonrası bir işe dönüştürdüğü, kimyasallardan uzak, ahşaptan doğal-organik olarak adlandırdığı kendi tasarım ve üretimi ’Oyuncak Mu’ projesiyle tek oyuncakları taş, toprak, sopa olan Aydınlı’nın çocuklarını tanıştırdı. Ardından iki dersliğin yanı sıra deposu da anasınıfı olarak kullanılan 35 yıllık kerpiç okulda öğrencileri için gerekli materyalin sağlanması için kampanya başlattı.

Aydınlı halkının tamamının çiftçilik ve hayvancılıkla uğraştığını, erkeklerin İstanbul, Adana ve Antalya’da inşaatlarda sezonluk çalıştığını anlatan Bedia Tülüler, köydeki her evde 4-9 arasında çocuk bulunduğunu ve anne-babaların geçim uğraşından çocuklarına oyuncak yapacak vakti olmadığını kaydetti.

DOYA DOYA OYNAMAK İSTİYORLAR

Bedia öğretmen, şu an küçük bir ek binanın yapım aşamasında olduğunu ve bitince anasınıfındaki 27-28 çocuğun rahatça oynayıp, yaparak öğrenebilecekleri bir mekana kavuşacaklarını anlattı. Ancak anasınıfına koyabilecek 3-4 oyuncak dışında bir şeyleri bulunmadığını belirten Bedia Tülüler, bu çocuklarla doya doya oynamak, bir şeyler üretmek, deneyimlemek için bir çok materyale ihtiyaç olduğuna dikkati çekti.

Aydınlar Köyü’ndeki çalışması için, desteğe ihtiyacı olduğunu kaydeden Bedia Tülüler, "İmkanları olanlar, burada gerçekten ihtiyacı olanlara destek olup, ellerini uzatabilir. Ek bina için dış ve iç mekan boyalarına, halılara, küçük masa ve sandalyeler ile eğitim materyallerine ihtiyaç var" dedi.

Yazar: Mehmet Çınar

Kigem -alıntı-
 
Back
X