beni derinden sarsan bir yazı..
Çocukluğum babamı beklemekle geçti
Son bir senedir aramızda yepyeni bir köprü kurmayı başarmıştık. Asma bir köprüydü, en ufak bir rüzgârda sallanan. Bazen bir hatalı söz, bir yanlış anlama yetiyordu sallanmasına. Gene de o asma köprünün varlığı gelecekte bir gün birbirimizi daha iyi anlayabileceğimize dair bir umut, bir ihtimaldi. Ben bugün o ihtimali kaybettim.
Elif ŞAFAK 9 Şubat 2015
Babamla birlikte çekilmiş hiç fotoğrafımız yok. Ya da ben öyle bildim uzun seneler boyunca. Sonra, kim bilir nereden, eski bir fotoğraf geçti elime. Bebekliğim.
Fransa günleri. Doğduğum şehir Strasbourg. Genç, uzun boylu, kıvırcık saçlı, yakışıklı bir adam. Açık renkli, boğazlı bir kazak giymiş, 1970’lerin modası uyarınca. Kucağında bir bebek tutuyor. Balkonda yalnızlar. Yüzlerinin yarısına güneş vurmuş, yarısı gölgede kalmış. Aşağısı boşluk. Aşağısı soğuk.... Bir daha bulamadım o fotoğrafı. Kimseye soramadığım için hiçbir zaman emin olamadım. Gerçek miydi acaba? Yoksa düş mü? Tek bildiğim, babamla ilişkimin özetiydi o boşluk, o muğlaklık. Hem var hem yoktu.
Küçükken, annemle babamın ayrı olmasını bir sorun olarak yaşamadım. Babamın ikinci bir evlilik yapmasını da kötü bir şey olarak algılamadım. Hiçbir önyargıyla yetiştirilmedim. “Evlilik gibi boşanmak da bu hayatın parçası evladım” derdi anneannem, buna inandım. Babamın iki erkek çocuğu olduğunu zamanla öğrendim lakin onları tanımadan büyüdüm. Birlikte büyüyebilmeyi isterdim halbuki. Onlar bana kardeş, ben onlara abla olurdum. Böyle olmadı.
Doğrusu ve işin dürüstçesi, çocukluğum ve genç kızlığım boyunca ben hep babamı bekledim. Hep beni hatırlasın, beni görmeye gelsin, evine davet etsin, yaş günümde bir sürpriz yapsın istedim. Böyle de olmadı.
Derken lise bitti, üniversite başladı. ODTÜ yılları. Benim de bekleme mevsimim bitti, öfke mevsimim başladı. Bir tufan içimde, filizkıran fırtınası. Yirmili yaşlarım boyunca babama hep kızgındım. ‘Öteki evlat’ olmaktan sıkılmıştım. Unutulduğuma kanaat getirmiştim, öyleyse kendimi hatırlatmalıydım. İsyandı benimkisi ve her isyan gibi şiddetli, deli... Soracak sorularım vardı. Temas kurdum. Telefonlar açtım, mektuplar yazdım, sordum, sorguladım. Aldığım cevaplara ne kalbim ikna oldu ne beynim. Ben babama “Sevgi” dedim, o bana kitaplardan, edebiyattan bahsetti. Sanchez’in Çocukları, Rashomon, Seneca’nın mektupları... Ben ona “Hasret” dedim, o bana felsefeden söz etti. Daha da sinirlendim. Kim bilir belki de benim kitapları, edebiyat ve felsefeyi ne kadar sevdiğimi gördüğü için oralardan cevap vermeye, kendini anlatmaya çalışmıştı. Ya da belki de nicelerimiz gibi o da entelektüel ve teorik açıdan olgun ama özel ve duygusal hayatında kâh olgun kâh çocuktu. Bunları o zaman anlayamadım. Tek istediğim bana sevgiden bahsetmesiydi.
O TEK FOTOĞRAF
Strasbourg’da bir yılbaşı akşamı... Elif Şafak ve babası Nuri Bilgin’in beraber tek fotoğrafı...
Derken o mevsim de geldi geçti. Kendi öfkemden yorgun düştüm. Durumu olduğu gibi kabullendim. Geri çekildim. Bu sefer babam daha çok görüşmek istedi, o daha çok denedi. Ama ben artık ruhen orada değildim. O da denemekten yorulup geri adım attı. Aynı müziği duyamadıkları için uyumla dans etmeyi başaramayan çiftlere benziyorduk. Ben sola yönelince, babam gidiyordu sağa. O bir tarafa meyledince, ben beri yana. Bir türlü aynı dalga boyunda olamadık. Meğer insanlar da saatler gibiymiş. İki insanın uzlaşması, barışması ve anlaşması için karşılıklı duygu ve çabaların eşzamanlı olması gerekirmiş.
Geçen sene Prof. Erdal Yavuz’dan dost ve nazik bir mesaj aldım. Eskilerde dolaşırken Strasbourg’daki evde bir yılbaşı partisinde çekilen bir fotoğraf bulduğunu söylüyordu. Böylece sayesinde babamla çekilmiş bir fotoğrafım oldu. Öğrenci ortamı, solcular, sosyal demokratlar, masalarda kadehler, yüzlerde umut ve ışıltı.... Babam kameraya bakıyor gülümseyerek, ben de kucağında, yeni doğmuş, ona bakıyorum....
Şu hayatta hiç kimse mükemmel değil. En başarılı işadamları, en muktedir siyasetçiler, en âlâ sanatçılar ya da bilim insanları... Dışarıdan bakınca gayet akıllı, bilgili görünenlerimizin bile görünmeyen bir ‘gölgesi’ var. Balkona vuran güneş ışığının ulaşamadığı bir köşe mevcut her zaman.
BİR GÖLGEYDİM BELKİ
Babam özel biriydi. İyi bir hoca, iyi bir eş, iyi bir sosyal demokrat, iyi bir akademisyen ve şüphesiz ki yıllar sonra tanıdığım kardeşlerime iyi bir babaydı. Ben onun parlak ve sevgi dolu hayat hikâyesindeki gölgeydim. Resimdeki güve yeniği. Bütünü bozan detay. Ayın karanlıkta kalan kısmı. Kardeşlerim güneş ışığıyla büyüdü, ben gölgede serpildim. Onlara kelimeler düştü, bana sessizlik. Bunlar beni zorlasa da belki de uzun vadede yazarlığıma, kelimelere ve hikâyelere sevdama büyük katkı yaptı. Ben hep boşlukları doldurmak istedim kitaplarımda, gölgeleri açığa çıkarmak... Babam Türkiye’nin dünya çapında ender sosyal psikologlarındandı. Entelektüel, birikimli, aydındı. O, toplumların psikolojisini çözmeye çalışırdı, toplumdan bireye giderek; bense karakter işçiliğini seçtim, insandan/bireyden topluma giderek. Yollarımız kesişmedi. Bunca kitap, bunca kelime, teori, birikim, birbimizi tam olarak anlamaya yetmedi.
Benim onu daha iyi anlayabilmem için belki de anne olmam gerekti. Onun da bana açılabilmesi için torunlara ihtiyacı vardı kim bilir. Benimle kuramadığı ilişkiyi torunlarıyla kurdu. Bunu ben de yürekten destekledim. Bana söyleyemediklerini onlara fısıldadı. Galiba biraz böyle bir şey Türkiye’de babalık. Çocuklarıyla kuramadıkları sevgi dilini torunlarıyla yakalayan ne kadar çok dede var aslında.
SÜREYA HAKLIYMIŞ
Türkiye’nin sayılı sosyal psikoloji uzmanlarından Prof. Nuri Bilgin, 67 yaşında hayata veda etti.
Yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımız kimsenin suçu değildi. Ya da herkes bir parça kabahatliydi. Artık önemi yok.
Babamın bana en son gönderdiği e-mail’lerden birinde Romalı ozan Terentius’dan alıntılayarak dediği gibi, “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir.”
Son bir senedir aramızda yepyeni bir köprü kurmayı başarmıştık. Ne taştan, ne tahtadan. Bizimkisi asma köprüydü, en ufak bir rüzgârda sallanan. Bazen bir hatalı söz, bir yanlış anlama yetiyordu sallanmasına. Gene de köprüydü, hiç yoktan iyiydi. Daha sık yazışmaya başladık. Kelimelerle yakınlaştık. İkimiz de kendiliğinden yeşeren bu sevgiden hafif sarhoştuk, mutluyduk. O asma köprünün varlığı gelecekte bir gün birbirimizi daha iyi anlayabileceğimize dair bir umut, bir ihtimaldi.
Ben bugün o ihtimali kaybettim. Portekiz’de yağmurlu bir öğleden sonra aldım babamın ölüm haberini.
“Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü” demişti Cemal Süreya. Benim babam iki kez öldü. Bir yokluğunda, eskiden; bir de şimdi, seneler sonra tam birbirimize yakınlaşmaya başlamışken, aniden... Ve haklıymış şair. Kör oldum.