B... tüy dikmek

realist

Nirvana
Kayıtlı Üye
3 Aralık 2006
3.073
132
688
63
B.... Tüy Dikmek

Az sonra size öyle bir anımı aktaracağım ki, bunu ne bir gazetede ne bir başka tv kanallarında duydunuz. Bu sadece bana özel olan ve çok değer verdiğim bir anımdır. Yıllarca birkaç dostumun dışında bilen olmamıştır. Zaman zaman aklıma gelir ama her seferinde “önce şu yazı bitsin sonra bunu kaleme alırım…” diye ertelemiştim.
Daha sonra şöyle düşündüm: “…Bu değerli ve çok özel anımı paylaşmamak bencillik olur!..” ve şimdi buyurun birinci elden dinleyin beni…

şYıl 1978 ve henüz sanat ve kültür beşiği olan, Taksim AKM binasında memuriyet yıllarımın başlarındayım. Bina 50 dönümlük alanı kaplayan; marangoz, demir, terzihane, dekor ve kostüm salonu, bale salono, 1500 seyirci kapasiteli büyük döner sahnesi, 500 kişilik küçük oda tiyatrosu ve konser salonu, sinema salonu, kafeteryası ve daha yazmakla bitiremeyeceğim küçük atölyeler, memurların, sanatçıların, işçilerin 2500’ ü aşan kişinin çalışma odaları ile dev bir kültür ve sanat yuvasıdır.

1970’ deki o büyük yangın sonrası bina yeniden inşa edilerek 1977-1978 yıllarında güzel bir sanatsal görsel showuyla hizmete açılmıştır. İçinde Klasik Türk Müziği Nevzat Adlı Korosu, Opera ve Bale Müdürlüğü, Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü, Devlet Senfoni Orkestrası Müdürlüğü, Modern Folk Müziği Müdürlüğü, Sinema Müdürlüğü, AKM müdürlüğü ve diğer çalışan teknik ekip kadrosuyla Avrupa’nın en değerli sanat ve kültür yuvasıdır.

Çoğunlukla plastik sanatların hizmet verdiği odaya boş saatlerimde konuk olurdum. Mimar Besim Çeçener, Müjde Tolun ve İç mimar Zehra Hanım gerçekten iyi bir sanat ustasıydı.
Ne zaman elimde çay fincanı ile odalarına girsem, değerli bir konuk görürdüm. Yorgunluklarını bu odada bir sigara içimi zamanda soluklarken, satranç oynamakla zihin deşarjı sağlanır gibiydi. Önceleri satranç hiç bilmezdim.
Genellikle Besim Bey ve Cuma günlerinin vazgeçilmez konuğu değerli yazar ve şair rahmetli Necati Cumalı ile Besim ağabeyimiz oynardı.
Onların her hamle sırasında sohbetleri çok hoşuma giderdi. Özellikle Necati bey, eğitsel konuşmalar yapardı. Besim ağabeyimizin gelmediği bir gün;

-“Oynar mıyız?” diye sordu.

Utanmıştım. Satranç bilmiyordum. Başımı sağa ve sola hafifçe sallayıp, ayağa kalktım,

-“Teşekkür ederim, çay molamı çoktan aştım. Müjde Hanım size eşlik eder…” dedim ve odadan çıkmıştım.

Daha sonraki günlerde satın aldığım “Satranç Öğreniyorum” adlı kitabı, su içer gibi okudum. Ardından bir satranç takımı evimizin orta sehpasını süsler olmuştu. Eşimle her okuduğumu uygulamalı olarak oynayıp, bir ay sonra iyi olmasa da, Necati Cumalı ile oynayabilecek bir konuma gelmiştim.

Yine Besim ağabeyimizin en yoğun olduğu ve odada bulunmadığı bir Cuma günü ve yine aynı teklif;

-“Oynar mısın?” sorusu.

-“Tabi ama, sizin gibi bir ustaya yenileceğim kesin.”

Hoşuna gitmişti sözlerim. Birlikte gülüştük. Ve taşlarımızı dizdik. Ellerim heyecandan titremekteydi. Sanki yeni liseye başlamış ve tahtaya sözlüye kaldırılmış bir öğrenciydim. İlk hamleyi yapmamı işaret etti. Ortadan bir piyonu iki kare ileri koydum. Değerli yazar aynı piyonu tam benim karşıma dikmişti. İşte o anda bir soru sordu.

-“Bir Japon ve bir Fransız arasında ne fark vardır?”

Hiç beklemediğim ve hiç tanımadığım iki ülkenin insanı hakkında bu soru karşısında öylece durdum. Bir kelime söylesem “acaba hatalı mı konuşurum” diye düşünce ile dudaklarımı hafiften içe büküp gülümsedim. O devam etti soru yanıt biçiminde konuşurdu. Düşüncelerini sesli iletmeyi severdi.

-“ Japon çiçekleri Fransız kokuları sever.”

-“Ne güzel! Her iki insan da güzel olana değer veriyor.” Dedim.

O kalesinin tam önünde bulunan piyonu iki kare ileri sürdü. Ben de aynı hamleyi hiç düşünmeden yaptığımda, başını bana çevirip;

-“Evet, bu doğru. Peki Fransızlar kokuya düşkünlüklerini nedendir, bilir misiniz?” diğer bir soru gelince;

-“ Efendim, nedenini siz söylerseniz bileceğim. Engin bilginizi bizlerle paylaşırsanız, memnun olurum.” Dedim ve sorulan sorunun üzerimdeki yükünden ustalıkla kurtulmuştum.

Bizi izleyen dekoratör Müjde Hanım ise hoş bir kahkaha atıp, beni desteklemişti.

-“ Yani siz de Necati Bey, Fransız bıraktınız bizi…”

Necati Cumalı arkasına yaslanıp;

-“ Önce şu fincanıma açık tarafından bir çay rica etsem…” dedi ve boşalmış çay fincanını Müjde hanıma uzatmıştı.
Taze demlenmiş çaylarımızı yudumlar iken değerli insan kültür deryasını bizim belleklerimize yüklemekteydi.

-“ Efendim, 17. yüzyılda, Fransa`nın Vaux vikontu ve maliye başmüfettişi olan Nicolas Fouquet, Vaux`da, kendisi için büyük bir saray yaptırdı. Bu saraydan dolayı onu kıskanan Fransa Kralı 14. Louis, çağın ünlü mimarı Louis le Vau`ya, Fouquet`nin sarayından daha güzel ve daha muhteşem bir saray yapmasını emretti. 1668`de, 13. Louis`in av köşkünü bozmadan aynı yerde inşaata başlayan Le Vau, köşkü büyüterek çok büyük bir saray haline getirdi.
"Devlet benim" diyen ve "Güneş Kral" ünvanını alan 14. Louis, bu devasa bahçenin korusunda avlanır, binlerce konuğunu burada ağırlardı.

Sarayın en önemli dairesi, bahçenin en güzel yerine bakan "Aynalı Galeri"dir. 75 metre uzunluktaki bu salonun iki duvarı boydan boya 400 adet ayna ile kaplıdır. Salonun tavanındaki resimler Le Brun`un eserleridir.
Sarayın güzelliği, dış görüntüsünden çok içinin dekorlarındadır. 1792` ye kadar gelen her kral ve kraliçe, buraya bir şeyler eklemiş ve önceki yapılardan daha güzel olmasına çalışmışlardır. Sarayın içindeki muhteşem salonlar ve daireler Le Brun tarafından süslenmiştir. Büyük daireler eski Yunan ilahları olan Diana, Merkür, Mars, Apollon gibi isimleri taşır.


!
 
Fakat bu kadar mükemmel olan bir sarayın bir kusuru vardı. Bu sizce nedir?”


Necati bey’in bu sorusu bizi daha da suskun kılmış ve mıhlamıştı oturduğumuz koltuklara. Kısa bir sessizlikten sonra yine kendi yanıtladı.

-“ Tuvaletleri yoktu!”

Müjde hanım ve benim ağzımızdan aynı anda şaşkınlık nidası yükseldi.

-“ Aaaa! “

Necati bey, gerçekten hem usta bir konuşmacı hem de söz aralarında derin bilgisiyle ve mizahi dokunuşlarıyla bizi şaşırtmaktan zevk alan bir insandı. Yüzümüzdeki hayret ifadeleri onu memnun etmiş olmalı ki, sözlerinin devamını gülümseyerek getirdi.

-“ Evett, bakmayın öyle yüzüme. Tuvaletleri olmayan bir sarayda acaba şu “Güneş Kralı” ünvanı alan 14. Louis ve sayın eşi, hatta prensesleri nereye ederlerdi?”

-“ Vallahi hocam, bizi gerçek bir şaşkınlık içine düşürdünüz. Herhalde yapacakları bir yer vardır. Oturaklara yapıyordurlar…”

Müjde Hanımın bu sözlerine artık dayanamadım. Bastım kahkahayı. Biz satranç oynamayı da bırakmıştık. Gülmek karın kaslarımı gerercesineydi.

Necati bey’de oldukça memnun anlatımına devam etti:

-“ Tabi vardı. O yüksek duvarların bulunduğu şık aynalı salon var ya. İşte o duvarların dibine hem büyük hem küçük şeylerini yaparlardı. Üzerlerine de “tüy” dikerlerdi. Yani sizin anlayacağınız “b... tüy dikmek”…”

Haydiii!..Gülme seanslarımız yeniden başlamıştı. B... tüy dikmek! Necati bey bizi şaşırtmakla kalmamış bir deyimin orjininin nereden çıktığını açıklamak coşkusunu da yaşıyordu. Usta edebiyatçıya hayran olmamak mümkün müydü?

Gülmelerimiz kısılıncaya kadar bekledi. Kaldığı yerden devam etti, konuşmasına.

-“Efendim, bu zatı muhteremlerin tüyleri renk renkti. Örneğin prensesin pembe, kralın mor ve kraliçenin lila rengindeydi. Sabah olunca saray hekimi gelir ve yerinde sağlık tespitlerini yapardı. Mesela kralın kalın bağırsağında bir “kıl kurdu olma ihtimali olabilirdi değil mi? Veya kraliçenin gizli bir mide kanaması olup olmadığını, not ederdi.”

Merak etmiştim. Rahmetlinin sözünü ister istemez kesmiştim. Konu sağlık olunca ister istemez ilgimi çekmişti.

-“Hocam, peki bu kadar detayı düşünmüş ve süsünü dahi eksik etmemiş Fransızlar özellikle sanat akımında başı çekmiş olması, neden hijyenik şartlara önem vermemişler? Ama parfüm Paris marka çıkartmışlar. Bir de bize “pis barbar!” diyen küçümseyen bu ulus, neden wc düşünmemiş?”

Sormuş olduğum bu soru milli duyguları oldukça fazla olan usta yazar gülümsedi. Sorum hoşuna gitmişti.

“ Tabi ya! Düşünmemişler ama dur bir sözümü bitirmemi bekle…”

Milli duygularım kabarınca hele hala “Türk-Ermeni” sorununu sürekli kışkırtan Fransıza biraz öfke biçmeye başlamıştım.

-“ Özür dilerim hocam, sözünüzü ister istemez kestim. Kırgınım o ulusa…”

-“ Anladım. Neyse, biz konumuza dönelim. Şu b... tüy dikme işleminden sonra ve saray hekimlerinin tıbbi gözlemleri işlemi bittikten sonra; o tüylü şeylerin üstleri “sarı saman” ile örtülürdü. Sarayın havalandırma sistemi yoktu. Sabah temizlikçileri o foseptikleri süpürüp atarlardı. Koku içeri dağılır ve kalırdı. Sabah at arabaları tekerleklerinden parfüm spreyi” fıs fıs” sıkarak sarayın o kesimi dolaşılırdı. Daha sonra parfüm halka da yayıldı.”

Kısa bir suskunluk oldu. Benim muzipliğim tuttu.

-“Hocam, o halde bunlar wc kağıtlarını da icat ettiler. Öyle ya, tuvaletlerini düşünmeyen o insanlar su kullanma özürlüsüdürler…Birde bize “pis” derler. Gözünü seveyim Türkün. Hiç olmazsa o tarihlerde tuvaletlerimiz bahçedeydi. Üzerine tüy değil, su dökmesini bilirdik. Abdest alıp hijyene önem verirdik. Şunlara bak, birde koku üstüne parfüm sıkarlar…”

Necati bey gülümsemekle yetinip anlattığı bu ilginç tarih kokan bilgileri sonrası yüksek sesle gülmeye başlamıştı. Bu gülme hepimize sirayet etmişti. Sanki gülme semerimiz boşalmıştı. Gözlerimizden yaşlar boşalıyordu.

-“ Ne zaman bir Fransız Haliç köprüsünden geçse burnunu kapatıp şöyle der. “ Burada sarı saman kokusu var!”

Yine dayanamayıp bu söze atılım yaptım.

-“ Halt etmişler o Fransızlar. Biz hiç olmazsa Haliç’e boşaltmışız. Onlar 1800’lü yıllarda sokaklara dökmüşlerdi. Unutmasınlar İngiltere o tarihi “Veba!” salgınını. İnsanlar öyle hale geldi ki. Akşam yaptıkları dışkı ve pisliklerini sokağa dökerlerdi ve işe üstlerinden seke seke giderlerdi. Fareler yer üstüne çıktılar…Ne de çabuk unuturlar? Haliç’in mavisine kurban olsunlar!”

Hatamızı da bir güzel sahiplenmiş ve güzelim Haliç sularını da nerdeyse parfüm yapıp Fransız’a püskürtecektim.

Değerli edebiyatçımızın bu bilgisi bize en güzel miras kalmıştı. Zaman zaman nerde bir sohbet ortamı olsa ve özellikle konu Fransız olursa, hiç çekinmeden anlatırdım.

-“ İşte “Boka tüy dikmek!” sözü ve “Sarı saman kokusu” deyimlerinin orjinini şimdi öğrenmiş oldunuz.”
Gülümsedim o değerli yazarımıza.

-“ Hocam çok teşekkür ederiz. Gerçekten bizi bu muthiş bilgi hazinenizle şereflendirip unutulmayacak bir imza attınız, belleklerimize.”

Evet, değerli yazarımızı rahmetle anıyorum ve bu bilgiyi sizlerle paylaşmaktan son derece mutlu olduğumu da sözlerime eklemek istiyorum. Nurlarda yatsın

(alıntı)
 
Son düzenleme:
canım ya işte ne güzel bi paylaşım
okudum hem şaşırdım hemde hayrete düştüm ya vc ne yapyorlarmış
sozde uygar milletmişşş
 
hayret bişey vallahi. medeni olduklarını söyleyenlere bakın ya. buna benzer daha çok örnekleri var bu medenilerin. banyo küvetinde su değiştirmeden bütün aile fertlerinin yıkanması gibi. pis kokularını örtbas etmek içinmiş demekki parfüm. bizim mis gibi sabun kokumuza kurban olsunlar.
 


Banyo küveti olayı doğru mu canım?İlk kez okuyorum,çok iğrenç!.....................
 
güzel bir paylaşım arkadaşım teşekkür ederiz.nur içinde yatsın Necati Bey.ne kadar ilginçmiş anlattıkları
 
bu avrupalılar herşeyi türklerden öğrendiler ama kabul etmek işlerine gelmiyor
 
gelinlerin ellerinde tuttukları çiçeklerde fransızlardan gelmiş o zamanlarda banyo yapma ağdetleri pek yokmuş gelinler pis kokarmış o yüzden ellerinde kokulu çiçek taşırlarmış kokuyu ört bas etmek için
 
Paylaşımın için teşekkür ederim cnm.Bİlgileri biliyordum ancak bu kdr ayrıntılı değildi.Kitabın adını hatırlamıyorum ama orda bahsi geçiyordu.Yaptıkları dışkıları camlardan sokağa boşaltırlarmış.Çok ilgimi çekmişti.Bilgime bilgi kattığın için teşekkür ederim a.s.
 
evet hatta şemsiye fransada ilk başlarda camlardan sokağa boşaltılan dışkılardan korunmak için kullanılıyormuş die birşey duymuştum ne kadar doğru bilmiyorum ama ...ayrıca fransız manikürü de fransızların tırnaklarındaki pisliği gizlemek örtbas etmek istemesiyle ortaya çıkmış...:jeyyar:naniknanik
 
Son düzenleme:
fransızlarda tuvalet ve tuvalet alışkanlığı olmadığını biliyordum, hatta o filmlerde giydikleri arka kısmı kalkık elbiselere hayranlıkla bakarız ya işte o da tuvaletini gezerken yaptığında üstüne bulaşmasın yere düşsün diyeymiş..:)) duyduğumda çok gülmüştüm..
 

yok canım daha neler..yururken tuvalet mı yapılır yahuu...bunların bır kısmı mızahtır ya..şemsiye falan..ınsanlar gunde 10 kere mı yapıoolarmısta her tarafta dışkılar uçuşuoomus??ilginç...:uhm: CADIARZU
 
evet arkadaşlar çok doğru bi paylaşım olmuş eklemek istedikleim var benimde
fransaya komşu bi ülkede doğup büyüdüm ve okulda bunları ilk öğrendiğimde çok ilgimi çekmi ve araştırmıştım.
yatağın yanına komedin koymak da onlardan gelme biz gece lambamızı koymayı düşünmüşüz oysa onlar lğızımlıklarını koyarlarmış ve işleri bitince camdan dökerlermiş bu yüzden birde "şemsiye"ihtiyacı doğmuş.
biraz geçmişe gidin yağmurlu havalarda kullanmak yerine gündelik hayatta d kullanılırmış şemsiye ..peki hiç düşündünüz mü niye diye?
camdan düşen pislikler üzerlerine sıçramasın diye!
 
bu tuvalat meselesini duymuştum ama şemsiye işini yeni duydum.bide bize barbar derler...kurban olsunlar bize..
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…