Ali Ural

BenPia

Queen
Kayıtlı Üye
8 Nisan 2008
4.850
18
318
Almanya
Doğumu: 9 Mart 1959, Ladik / Samsun

Ankara Ahmet Vefik Paşa İlkokulu, Atatürk Lisesi ve Riyad Üniversitesini (Suudi Arabistan) bitirdi. Şule Yayınlarının sahibi ve editörüdür. İlk ürünleri Mavera dergisinde yer aldı (1982). Sonraki yıllarda yazı ve şiirleri editörlüğünü yaptığı Merdiven ve Kitaphaber dergilerinde yayımlandı.


eserleri
Divan İmam Şafii`nin Şiirleri
Körün Parmak Uçları
Kuduz Aşısı
Makyaj Yapan Ölüler
Posta Kutusundaki Mızıka
Resimde Görünmeyen
Günesimin önünden cekil
 
bi cok kitap okuruz.. bende okuyorum.. kitabi cok sevsemde yazarlarini bu bölüme almiyorum.. sayet güzelse kitap tavsiyesi bölümlerine aliyorum
aili ural i bir kitabiyla degil yazar olarak tanitmak istedim .. bilmiyorum kim ilgi duyar bakar..

söyle tanidim ali urali.."günesimin önünden cekil" kitabini aldim bilemden tavsiye olunmadan
bir solukta inanilmaz bir keyif ve heycanla okudum .. bilgilerle arastirmalarla dolu bir kitap hafizada kalici bir etki yapiyor ..

cok sevdim ve internette arastirma yapmistim müthis oyküleriyle karsilastim ..zaman buldukca okur dinlenirim

bu gecede yine birseyleri gogillerken alibeyin sayfasina rasgeldim yine keyifle aradigim konuyla ilgili olan öyküsünü okudum .. ve yeniden unutmadan buraya aldim..

zaman buldukca okudugum begendigim öykülerini buraya tasiycam .. umarim sizlerde seversiniz Ali Urali
 
Bir fıçıya su da konabilir şarap da. Zeytinyağı da konabilir, sirke de. Peki bir insan fıçıyı ev edinebilir mi? Evet Diyojen, darphanede büyüyen çocuk bir fıçıyı ev edindi kendine. Yalnız ev mi, bir kürsü aynı zamanda! Nesneler: Para, değnek, torba, fıçı, fener, maşrapa. Yerler: Sinop ve Atina. Kahramanlar: Dilenci ve ötekiler. Tarih: Milattan önce 412. Altın ve gümüşün topraktan soyunup insanların kesesine girebilmesi için cevherin eritilip kalıplara dökülmesi, alevden ruhunu teslim ederken işlemeli bir elbise giymesi gerekiyor. Para, tedavüle girmeden önce darphanenin karanlık odalarını tuhaf bir ışıkla aydınlatırken, zamanla insanların ellerinde kaybedeceği parıltıyı bir başka yere, insanların gözlerine taşıyacağı ânı hayal ediyor. Darphane sorumlusu oğluyla paraları sayarken sık sık zihinleri dağılıyordu. Rakamı hatırlayamayınca yeniden saymaya başlıyorlar; bir, iki, üç, dört, beş derken yine kendilerini tabiatın kucağında buluyorlardı. Güneşin parlaklığı altın, suyun sesi gümüş parada yoktu. Baba oğluna daha çok para kazanmaktan söz etmiyor, oğul saydıkları paranın neden kendilerinin olmadığını babaya sormuyordu. Yine de feleğin çarkı döndü ve dünyaya metelik vermeyen bu iki adamı bir gün kıskançlığın alçak fırınına sürdü. Sahte para bastıkları suçlamasıyla yaşadıkları şehirden uzak bir kente sürüldü baba oğul. Kalplerine asla sokmadıkları para yüzünden paranın hükümran olduğu bir başka kentte soluk alıp verdiler. Ya da solukları kesildi. Baba öldü. Oğul köle olarak satıldı. Diyojen kendisi için bir elden bir başka ele geçen altınlara bakarken gülümsüyordu. Bilgi de zihinden zihne aktarılabilirdi. Yeni evine varır varmaz mesleğinin insanları eğitmek olduğunu söyleyerek efendisinin çocuklarına ders vermek istedi. Aslında efendisine söylemediği bir şey vardı. O piyasayı sahte paralardan temizlemek istiyor, görevini “paranın üzerini kazımak” olarak tanımlıyordu. Bu yüzden bir an önce zincirlerini kırıp, toplumdaki yapaylıklara meydan okumalı, sahte paraların üzerindeki yaldızı dökerek insanlara değer verdikleri şeylerin hakikatini göstermeliydi. Bir dilenci yapabilirdi bunu. Zincirlerinden soyunup yeni bir libas giyen tuhaf bir dilenci… Yeni libas çuldu, değnekti ve torba. Yeni azık incir, zeytin, kara ekmek ve lahanaydı. Yeni kapı filozof Anthistenes’in kapısıydı. Yeni idolü köpeklerdi. Yeni yaşam biçiminin temel ilkesi “yeterlilik”ti. Kişi mutluluk için gerekli her şeyi kendi içinde taşıyabilmeli, kimseden bir şey istememeliydi. Zaman zaman heykellere dilenir gibi el açıyor, nedeni sorulduğunda “Retlere alışmak için böyle yapıyorum!” diyordu. İkinci olarak “utanmazlık” zırhını giyerek zararsız gördüğü kimi eylemlerin üzerinden toplumsal baskıyı kaldırabilmeliydi. Doğrusu bu noktada ölçüyü kaçırmış, Eflatun’un “Hezeyan halindeki Sokrates!” tanımlamasına muhatap olmuştu. Üçüncü ilkesi “sözünü sakınmazlık”tı bu Kynik filozofun. Yozluğu ve kibri bu silahla yenerek insanları yenilenmeye çağırabileceğini düşünüyordu. Ahlaksız bir adamın ev kapısının üzerindeki “Fenalık adına hiçbir şey bu kapıdan girmesin!” kitabesini okuyunca, “O halde ev sahibi nereden girsin!” demiş, bir gün girdiği hamamın suyunun pis olduğunu görüp, “Burada yıkandıktan sonra nereye gidip temizlenmeli!” diye feryat etmiştir. Diyojen’in dördüncü ve son ilkesine göre ise ahlaki olgunlaşma ancak metotlu bir eğitimle gerçekleşebilirdi. Bu yüzden o, hayatın bütün görüntülerini bir açık hava dershanesinin araç ve gereçleri haline getirmenin yolunu arıyor, yeterince olgunlaşıp beceri kazanamayanları hicvetmek için, oklarını hedefe isabet ettiremeyen bir adamı görüp hedef tahtasının önüne oturuyor ve şöyle diyordu: “Hiç olmazsa şimdi başıma bir kaza gelmez!” Bir fıçıya su da konabilir şarap da. Zeytinyağı da konabilir, sirke de. Peki bir insan fıçıyı ev edinebilir mi? Evet Diyojen, darphanede büyüyen çocuk bir fıçıyı ev edindi kendine. Yalnız ev mi, bir kürsü aynı zamanda! Atina sokaklarında yuvarlıyor evini ve sonra üzerine çıkıp sesleniyor zenginlere, keskin sirkeden daha keskin sözleriyle. Yargıçları kararları üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyor. Erkekleri kadınsı hallerden kurtulup erkek, rahipleri riyadan kurtulup samimi olmaya çağırıyor. Halkı batıl inançlardan, askerleri zulümden soğutmaya çalışıyor. Sözünü kimseden sakınmıyor. Bir dilenciye kim ne yapabilir! Kim elinde fenerle güpegündüz Atina sokaklarında dolaşan bu meczuba hesap sorabilir! Kimse! Sadece sorabilirler: “Neden gündüzleyin fener!” Duymak için adam olmadıklarını. “BİR ADAM ARIYORUM!” sözüyle. Diyojen yalın hayatıyla kısıtlı koşullarda bile mutlu ve bağımsız olunabileceğini göstermek istiyordu insanlara. Yoksa bir fıçıda yaşamayı teklif ediyor değildi başkalarına. “Hayatımda ne fazla ve ne eksik?” sorusunu sordurtmaktı maksadı. Sırf bu yüzden avucuyla su içen bir çocuk görüp maşrapasını kırdı! Ve yükseltti sesini binlerce yıl öteden duyulsun diye: “Bu çocuk bana hâlâ fazla eşya taşıdığımı öğretti!” Bu öyle bir tabloydu ki ünlü ressam Poussin “Diyojen Kâsesini Atarken!” adını verip bu yoksulluğu zengin bir peyzajla insanlığa duyurdu. GÜNEŞİMİN ÖNÜNDEN ÇEKİL! Bu azarı bir imparator duydu. Büyük İskender deniyordu ona. Diyojen’in şöhretini duymuş, şanını bu şöhretin yanına taşıyarak halka hoş görünmeyi ummuştu. Bir yanda Makedonya kralının parlak alayı, öbür yanda paçavralar içinde güneşlenen Diyojen… Biri yücelterek, diğeri aşağılayarak dünyayı kendine dar gören iki adam! İmparator ihsanda bulunmak istiyor: “Ne dilersen, yapayım!” Diyojen üzerine düşen gölgenin İmparator’a değil dünyaya ait olduğunu hissediyor ve elinin tersiyle itiyor bu gölgeyi: “Gölge etme başka ihsan istemem!”
 
ali ural takip ettiğim yazarladandır.çook farklı kaleme alır düşüncelerini
 
GÜLMEK İÇİN KRAL, AĞLAMAK İÇİN FİLAZOF

Taş suya düştü, iç içe geçmiş kadife halkalar yayılıyor yüze; tebessüm bu! Taş suya düştü ve azgın dalgalar kıyılarını dövdü çehrenin; kahkaha bu! Tebessümle kahkaha ne kadar yakın birbirine, tebessümle kahkaha ne kadar uzak...
Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu, Batı hiç vazgeçmedi kahkahadan. Sırf bu yüzden perdeler diktirdi kahkahaları giydirmek için. Alkışlattı onu. Ciddiyet kadar komik bir şey yoktu! "Ciddi Olmanın Önemi" adlı oyunu seyredenler kırıldı kahkahadan. Perde kapandığında Oscar Wilde'ı ellerinin gürültüsüyle sahneye çağıranlar, hak ettiğini düşünüyorlardı kahkaha tacını. Oysa Wilde, "Oyun elbette beni de güldürdü ama bir tiyatro yapıtı eğlendirmesi yanında içimi sızlatmazsa gecemi boşuna geçirdim duygusu verir bana," diyordu o sırada bir gazeteciye. Ve Bernard Shaw yıllar sonra başka cümlelerle ifade ediyordu aynı duyguyu: "Bir komedi oynanınca, izleyiciler gülmüş mü, gülmemiş mi beni hiç ilgilendirmez. Her budala bir topluluğu güldürebilir. Gülseler de, somurtsalar da kaç kişinin içinin kaynadığına bakarım ben!"

Rüzgâr yerine Diazot Monoksit mi esiyor yeryüzünde? Dev bir gaz odasına dönüyor dünya! Hey kalabalıklar! Alkışlar gülme gazına! Milyonlarca insanın elleri karnında, neşeli gebeler gibi hazırlanıyorlar yavrulamaya. Ne doğuracaklar! Ki trenler gülüşmelerle çınlıyor, dikiz aynasında küçük diller oynuyor, vapur düdüklerini bastırıyor kahkahalar. Dikenli teller aşılmış. Oksijenine azot sızmış havanın. O renksiz, tatlı hoş kokulu gaz sarhoş ediyor zihinleri, sonra gülme isteği veriyor, ne sihir! Hem acıya paydos. Ağrıya duyarsız kılıyor sinirleri. Uzun süre solunduğunda öldürüyormuş ne gam! Hepimiz öleceğiz, yan etki sayılabilir. Istırabı dindiriyor ya bir an! Yaşasın insanı hayvandan üstün kılan kahkahalar! Yaşasın da, on sekiz çeşit gülme varken neden iki ayrı çehreyle yürüyor iki filozof? Demokritos ve Herakleitos. "Evlerden dışarı adım atar atmaz, biri güler, diğeriyse ağlardı" (Juvenal, X, 28) İki ayrı elekle elenirdi halk. Eski Yunanlılar garip adamlar. Yedi Bilge'den Myson gülerdi tek başına bir köşeye çekilip. Görenler, " Niçin yalnız başına gülüyorsun?" derdi de, şu cevabı alırdı: " Yalnız başıma olduğum için!" Ya Aristippus Sokrates'in meclisini terk edip krala yanaştığı için ayıplanmıştı da, kendini şu cümleyle atmıştı sahile: "Bilgi sahibi olmak için Sokrates'e gidiyordum. Şimdi de gülmek için krala geldim!"

Peki sizi güldüren ne? Ağız kenarlarınız simetrik hareket ediyor, çizgiler oluşuyor göz çevrenizde. Yapmacık yok. Demek gerçekten gülüyorsunuz. Yoksa bozulurdu simetri. Tahmin edeyim. Yere düşen birini gördünüz. Yahut Einstein dil çıkardı size. Eğlence Tanrısı Comos, "Comique"likler yapıyor belki. Belki de sırf insan olduğunuz için gülüyorsunuz. Ne diyordu Bergson, "Komiğin Manası Üzerine Bir Deneme"de: "Ancak insanlara ait olan şeyler komik olabilir. Mesela bir manzara güzel veya çirkin olabilir fakat komik olamaz." İnsan mı var, perdeler var o halde! Bu gülmeyi bilen canlı, koparır koparmaz çevreden ilgisini. Sessiz bir film izlemeye başlıyor. İki komiğe dönüşüyor iki filozof, komediye dönüşüyor her trajedi. Lorel ve Hardy modern zamanların temelini atıyor siyah beyaz küreklerle. "Komik denilen şey hakikatin zıddıdır," dese de Bergson, hakikat bizatihi komedi oluyor. Ve bir türlü başkasının yerine koyamayanlar kendini, devam ediyorlar gülmeye. Gülmek, "Kül-mek"ten geliyor diye fısıldıyor kamus. Ateşin olmadığı yerde külün işi ne!

"Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız," dedi Hz. Peygamber. Dedi ve bilgiye çağırdı bizi. "Güldüren de O'dur, ağlatan da O! Öldüren de O'dur yaşatan da O!" dedi Kur'ân (Necm, 43-44) Dedi ve sezgiye çağırdı bizi. "Çok suyun ekinleri öldürdüğü gibi, çok gülmek de kalbi öldürür," dedi Hz. Ömer. Dedi ve sevgiye çağırdı bizi. Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu. Tebessümü kazançtan sayıyordu. İyilikten. Latifeler yapıyordu hakikate zıt düşmeyen. "İhtiyarlar cennete giremez," diyordu Hz. Peygamber yaşlı bir kadına tatlı bir sesle. Hüzün sisi sarınca ihtiyarı, "Gençleşerek cennet bahçelerinde gezecekler," diye gülümsüyordu. Ah Doğu! Kaba kahkahalarından ne zaman kurtulacaksın! Ne zaman yakalayacaksın tebessümü yeniden! Gösteri konuşmaları daha ne vakte kadar eğlendirecek seni! Lâtif olanın kuluna latifeler yaraşır. Nükteyle nokta koymak derin ırmağa
 
ÇOCUKLAR BENİ DE OYUNUNUZA ALIN!

Yan yana iki pencere. Yan yana iki gölge. Aynı bahçeye açılan bu iki pencereden birinin önündeyim. Diğerinin önünde bir çocuk var. Ne var ki aynı bahçeye baktığımızdan kuşkuluyum. Benim kaşlarım kızağa çekilmişken, onunkiler küreklerini şapırdata şapırdata geziyor gölde.
Benim gözlerim top gülleleriyken, mat ve ağır. Onunkiler parlak ve coşkulu bilyeler. Benim dudaklarım öyle kenetlenmişler ki, içinden bir kelime çıkartabilene aşk olsun. Onun dudaklarında bir kelime karnavalı, susturabilene aşk olsun. Benim burnum yemeğin kokusunu alıyor, onun burnu çiçeklerin. Benim kulaklarım zil seslerini duyuyor, onunkiler kuş seslerini. Benim yüzüme kübist bir ressam geometrik şekiller çiziyor iç içe, onun yüzünde çalınası tablolar. Kıskanıyorum çocuğu. "Ne olur pencerelerimizi değiştirelim!" diyorum. Çocuk gülerek kabul ediyor teklifimi. Ben onun penceresine giderken o benim pencereme geliyor. Çocuğun penceresinden dışarı bakıyorum. Fakat manzara aynı. Oysa ben farklı bir bahçeye bakacağımı ummuştum. Çocuğa bakıyorum kaçamak. Sevincinde, kelimelerinde, kuşlarında bir eksilme yok. Yanına gidiyorum hırsla. Aynı anda aynı pencereden bakmak istiyorum dışarıya. O da ne, dışarıda binlerce oyuncak. Ben yalnız ağaçları görmüştüm, şimdi o ağaçlarda salıncaklar gidip geliyor. Ben yalnız taşları görmüştüm. Şimdi o taşların kâh beşi bir araya geliyor kâh dokuzu. Kâh parmaktan köprülerin altından geçiyor kâh yükseliyor üst üste konarak parmaklarla. Tek başına kalan taşlar da seyirci kalmıyor oyuna. Seksek çizgilerinin üzerinde kızaklar gibi kayıyor tek tek. Hem az önce gördüğüm kırık şişe bir mücevhere dönüşmüş, alıyor gözümü. Hem toprak çamurdu az önce, şimdi bebekler, toplar, vazolar, köprüler, evler büyüyor avuçlarda. İnşaattan arta kalan kalaslar tahterevalli olmuş. Demirler kara altın korsanlardan kalan. Gökyüzüyle bile oynuyor çocuklar. Şu bulut ata benziyor, şu bulut arabaya. İpin bir ucundan ay tutmuş öbür ucundan güneş, zıplıyor çocuklar. Ağaçlar koşuyor. Hiç koşan ağaç görmemiştim. Dallarıyla dokunuyor omzuma, "Ebe!".

- Ben de oyuna katılmak istiyorum!

- O zaman sözlüğe bak!

- Neymiş oyun?

- Gerçekle hayal arasındaki köprü! Uyum!

- Sözlükte böyle mi yazıyor?

- Hayır. Şöyle yazıyor: "Oy-mak- Oynamak- oy-u-n" Aslı çukur açmaktan geliyor.

- O halde tehlikeli bir şey oyun!

- Büyükler oynadığında...

- Çocukların ayrıcalığı ne!

- Onlar oyunun sonunu düşünmez. Bu yüzden sözlükler "Bir çıkar olmaksızın" kelimelerini oyunun tanımına ilave ederler.

- Bir çıkar olmaksızın ne!

- Bir çıkar olmaksızın vakit geçirmeye yarayan, kuralları olan eğlence.

- Çocukların çıkarı yok mu oyundan?

- Olmaz mı! Oynayarak deneyim kazanır çocuk. Kas sistemini geliştirir. Enerjisini boşaltır. Gerilimden kurtulur. Saldırganlık dürtüsünü yok eder. Duygularını dile getirir. Renkleri, boyutları kavrar. Vermeyi ve almayı öğrenir. Kurallardan haberdar olur. Kişiliğini tanır. Gücünü sınar. Duyularını keskinleştirir. Becerisini artırır. Paylaşmayı ve işbirliğini öğrenir.

- Daha ne olsun!

- İyi ama bunları elde etmek için oynamaz çocuk.

- Ya ne için oynar!

- Oynamak için!

Çocuklar beni de oyununuza alın! Hayatımın sonuna geldiğinde "Çok geç!" demek istemiyorum. Nietzsche nasıl anlatıyordu bu hikâyeyi: "Üzücü şey! Hep o eski hikâye! İnsan evini yapıp bitirdi mi bir de bakar ki, başlamadan önce bilmesi gereken bir şeyi öğrenmiş. Ezelî ve acıklı "Çok geç!"tir bu: Her bitişteki hüzündür." Çocuklar beni de oyununuza alın! Ölmeden az önce Bernard Shaw'ın bir tiyatro oyuncusuna yönelttiği o müthiş soruyu zamanı geldiğinde size sormak istiyorum ben: "Ne dersiniz, iyi bir oyun çıkardım mı!" Madem "Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir."(En'âm, 32) İyi bir oyun çıkardım mı ben!

Yan yana iki pencere. Yan yana iki gölge. Kıskanıyorum penceredeki çocuğu. Ah ne olurdu gölgem küçülüverse. Benim pencerem de kanatlarını açıp karışsa bahara. Bıraktığım ne varsa çocukluğumda çalsa kapımı. Boyanmamış yüzüm, kirlenmemiş gülüşüm, zırhsız bedenim. O üç aylıkken keşfettiğim ellerim! Size ne çok ihtiyacım var! Bildiğim her şeyi unutup yeniden bakmak istiyorum her şeye! İşte ilk gördüklerim: Anne ve babamın yüzü. Parlak bir top beşiğimin başında salınan. İşte ilk sesleri işitiyorum. Sevinç hıçkırıkları ve kulağıma okunan ezan. İşte ellerimi denetlemeyi öğreniyorum. Yumruk yapabiliyorum mesela. İşte kafamı dik tutabiliyorum.

Oyunun dışında kalmış yabancı bir çocuk gibiyim. Her şey keder yağdırıyor bana. Çocuklar beni de oyununuza alın!
 
Biliyorum ama hiç okumadım. Sadece gazete yazılarını okumuştum bir ara. ONlar da edebi nitelikte yazılardı. Alayım bari bir kitabını.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…