Çanakkale’de Kadınların Destanı!​

Vatan toprağının her zerresine düşen mermiler kadar, kadınların gözyaşları da suladı o toprakları. İşte size, tarihin gölgesinde kalmış bir hikâye...

Yüreği Dağlayan Veda​

Mart ayının soğuk bir sabahıydı. Henüz güneş, Anadolu'nun üzerine yeni yeni doğuyordu. Zeynep Ana, oğlunun alnına son kez dudaklarını değdirirken, içindeki fırtınayı kimselere belli etmemeye çalışıyordu. Yavrusunu vatana kurban vermeye hazırdı. Son bir kez gözlerinin içine baktı:

"Sana sütümü helal etmiyorum oğul," dedi titreyen sesiyle. "Eğer ki düşman karşısında bir adım geri çekilirsen, sütüm sana zehir olsun. Ya şehit ol, ya gazi... Ama asla ve asla bu vatanı çiğnetme!"

Oğlu Mehmet'in gözlerinde ne korku vardı, ne tereddüt... Anasının ellerini öptü ve sırtını döndü. Ardından Zeynep Ana, gözyaşlarını kimselere göstermeden, içine akıttı. Onun oğlu, yüzlerce, binlerce Anadolu delikanlısıyla birlikte Çanakkale'ye gidiyordu. Kimi geri dönecekti, kimi toprağa düşecekti.

Anadolu'nun dört bir yanında, binlerce anne, eş, kız kardeş aynı vedayı yaşıyordu. Ve işte o kadınlar, tarih sayfalarında kendilerine çok az yer bulan o kahraman kadınlar, destanın görünmeyen yüzüydü.


Toprak ve Kadın: Bereketin İkiz Kardeşleri​

Seferberlik ilan edildiğinde, tarlalar sahipsiz kalmıştı. Erkekler birer birer cepheye giderken, geride kalan kadınlar sadece evlatlarına annelik yapmakla kalmadı; toprağa da analık yaptı. Yaşlı ninelerden taze gelinlere, hatta küçük kız çocuklarına kadar herkes, o güne dek erkeklerin işi sayılan her şeyi üstlendi.

Fatma Kadın, kocası ve iki oğlu cepheye gittikten sonra, beş dönümlük tarlayı tek başına ekip biçmeye başlamıştı. Elleri nasır bağlamış, yüzü güneşten yanmıştı. Ama hiç şikâyet etmiyordu:

"Onlar orada kurşun yerken, ben burada yoruldum diyemem," diye mırıldanırdı kendi kendine. "Hem benim ektiğim her başak, cephedeki bir askere aştır, kuvvettir."

Anadolu kadını, tarlaların yanı sıra hayvanları besliyor, yün eğiriyor, kumaş dokuyor, cepheye çorap, eldiven, kazak yetiştiriyordu. Öyle ki, evinde son bir avuç bulguru kalsa bile, "Asker aç kalmasın" diyerek onu da cepheye gönderiyordu.

Bazı köylerde kadınlar, bir araya gelerek imece usulü çalışıyor, birbirlerine destek oluyorlardı. Her evden bir kadın, topluca tarlalara gidiyor, sırayla herkesin toprağı işleniyordu. Akşamları ise el işleri için toplanıyor, askerlere gönderilecek giysileri hazırlıyorlardı.

Hilal-i Ahmer'in Melek Yüzlü Hemşireleri​

Safiye Hüseyin Elbi, Türk hemşireliğinin öncülerindendi. Çanakkale Savaşı sırasında, yaralı askerlere bakmak üzere Reşit Paşa Vapuru'nda görev almıştı. Gözleri, hayatında asla unutamayacağı manzaralarla doluydu.

Bir gece nöbetinde, ağır yaralı bir askerin başucundaydı. Genç asker, kolunu kaybetmişti ve ateşler içinde yanıyordu. Safiye Hemşire, gecenin karanlığında onun alnına ıslak bez koyarken, asker gözlerini açtı ve "Anne..." diye fısıldadı. O gece Safiye Hemşire, o askere annelik yaptı; tıpkı binlerce yaralıya yaptığı gibi.

Hilal-i Ahmer'in (Kızılay) kadın gönüllüleri, cephe gerisinde ve hastane gemilerinde olağanüstü bir fedakârlıkla çalışıyordu. Eğitimli hemşirelerin yanı sıra, hiç tıbbi eğitimi olmayan ancak vatan sevgisiyle dolup taşan kadınlar da yaralı bakımında görev alıyordu.

Hastabakıcı kadınlar, yaraları temizliyor, pansumanları değiştiriyor, ateşli hastaların başında geceler boyu nöbet tutuyorlardı. Bazen bir yaralı askerin son nefesinde elini tutan bir anne, bazen bir mektup yazdıran dost, bazen de moral veren bir kız kardeş oluyorlardı.

Kemal Tahir'in romanında bahsettiği "Esma Hemşire" gibi isimler, gerçek hayatta da vardı. Mesela İstanbul'dan gelen bir öğretmen olan Makbule Hanım, Çanakkale'ye gönüllü olarak gitmişti. "Ben de bu vatanın evladıyım. Elimden silah tutmak gelmez belki, ama yaraları sarabilirim," demişti.

Mermi Taşıyan Eller, Destan Yazan Kadınlar​

Çanakkale'de, cepheye yakın köylerde yaşayan kadınlar, daha doğrudan savaşın içinde yer aldılar. Özellikle Anafartalar cephesinde, mermilerin taşınması için insan zincirleri oluşturulmuştu. Bu zincirlerde en çok kadınlar ve çocuklar yer alıyordu.

Şafiye Nine, seksen yaşında olmasına rağmen, sırtındaki küfeyle cepheye mermi taşımıştı. Çanakkale gazilerinden biri, yıllar sonra anılarını anlatırken ondan şöyle bahsetmişti:

"Biz siperde mermimiz kalmadı diye kara kara düşünürken, tepeye bir baktık ki, ihtiyar bir nine, sırtında kocaman bir küfeyle geliyor. Küfesinde mermiler var. Yanına koştuk, 'Nine yoruldun mu?' dedik. 'Evladım,' dedi, 'Ben yorulursam, siz nasıl savaşırsınız? Alın bu mermileri, düşmanı denize dökün!'"

Sadece mermi değil, cephane, yiyecek, su da taşıyordu kadınlar. Çoğu zaman düşman topçusunun ateşi altında, kızgın güneşin altında, saatlerce yürüyorlardı. Şerife Bacı gibi kadınlar, bu yolculuklar sırasında şehit düştü. Şerife Bacı, cepheye cephane götürürken tipiye yakalanmış, kucağındaki bebeğini battaniyesine sararak korumaya çalışmış, kendisi ise donarak şehit olmuştu.

Cepheden Eve, Evden Cepheye: Hasretin Mektupları​

Bu mektuplar, hem cephedeki askerlerin hem de geride kalan kadınların duygularını, hasretlerini, umutlarını ve korkularını yansıtıyordu. Mektuplar, bazen aylarca yolda kalıyor, bazen hiç ulaşmıyordu. Ama yine de, bu mektuplar sayesinde, kilometre-lerce uzaktaki insanlar birbirlerine dokunabiliyorlardı.


Türküler ve Ağıtlar: Kadın Yüreğinden Dökülen Ezgiler​


Çanakkale Savaşı, Türk halk müziğinde derin izler bıraktı. Özellikle kadınlar tarafından yakılan ağıtlar ve söylenen türküler, bu savaşın acılarını, özlemlerini dile getiriyordu. Bu türkülerden biri, "Hey Onbeşli" türküsüdür:

Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı

Bu türkü, 1915 yılında askere alınan 1315 (Rumi takvime göre, miladi 1899) doğumlu gençler için yakılmıştı. Henüz 16 yaşında olan bu gençler, "Onbeşli" olarak anılıyordu ve çoğu Çanakkale'de şehit düştü. Geride kalan kız kardeşleri, nişanlıları, sevgilileri tarafından yakılan bu türkü, bir döneme damgasını vurdu.

Bir başka türkü ise "Çanakkale İçinde" türküsüdür. Bu türkü, savaşın acımasızlığını ve kaybedilen genç canları anlatır:

Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyorum düşmana karşı
Of gençliğim eyvah

Kadınlar, bu türküleri söylerken gözyaşlarını tutamazlardı. Her biri, bir evladın, bir eşin, bir kardeşin ardından yakılmış birer ağıttı adeta.

Anadolu'nun bazı bölgelerinde, özellikle kadınlar arasında, Çanakkale Savaşı ile ilgili maniler de söyleniyordu:

Çanakkale dedikleri
Bir ulu dağ değil mi
Giden gelmiyor ordan
Yüreklere dağ değil mi

Çanakkale yolunda
Mermi düştü kolumda
Ben yaramı sardırmam
Düşman benim yolumda

Bu maniler ve türküler, kadınların iç dünyasını, acılarını, kahramanlıklarını ve vatanseverliklerini yansıtıyordu. Kimi zaman bir genç kızın sevdiğinin ardından yaktığı türkü, kimi zaman bir annenin evladı için söylediği ağıt olarak nesilden nesile aktarıldı bu eserler.

Özellikle "Çanakkale Türküsü", Anadolu'nun her köşesinde söylenir oldu:


Bu türkünün her dizesi, bir ana yüreğinin yanışını, bir genç kızın gözyaşlarını, bir evin ocağının sönüşünü anlatır gibiydi. Türküler, kadınların sessiz çığlıklarının, dilsiz acılarının sese dönüşmüş haliydi adeta.


Siyah Örtülerin Altında Yanan Ateş​

Ve sonra... Kara haberler gelmeye başladı. Önce telgraflar, sonra resmi evraklar, sonra cepheden dönen yaralılar aracılığıyla...

"Oğlunuz Mehmet, Çanakkale'de şehit düştü. Başınız sağ olsun."

Bu cümleyi duyan her kadın, önce donup kalıyor, sonra sessizce bir kenara çekilip gözyaşı döküyordu. Ama sonra... Sonra yine işinin başına dönüyordu. Çünkü ağlamaya, yas tutmaya vakti yoktu. Hayat devam ediyordu ve geride kalan çocuklarına bakması gerekiyordu.

Zeynep Ana, oğlunun şehit düştüğünü öğrendiğinde, komşularına şöyle demişti:

"Vatan sağ olsun. Ben onu bu gün için büyüttüm. Şimdi sıra diğer oğlumda. O da gidecek. İcap ederse ben de giderim. Bu vatan bizim namusumuz."

Anadolu'da, evlerine kara haber düşen kadınlar, artık "şehit anası", "şehit eşi", "şehit kardeşi" olarak anılıyordu. Bu, hem bir acı hem de bir onurdu.

Bazı kadınlar, eşlerinin şehit olduğu haberi geldiğinde hamileydi. Çocuklarını babalarını görmeden doğurdular, babalarının kahramanlık hikâyelerini anlatarak büyüttüler.

Bazı kadınlar, hem oğullarını hem eşlerini, hatta bazıları tüm erkeklerini kaybetti bu savaşta. Ama her biri, yıkılmadan hayata devam etti. Çünkü onlar Anadolu kadınıydı; dimdik durmayı, acıyı içine gömmeyi bilirdi.

Zafer Sonrası Yeni Hayat​

18 Mart 1915'te kazanılan zafer, Çanakkale'deki mücadelenin sadece bir parçasıydı. Savaş, kara muharebeleriyle aylar boyunca devam etti. Ve sonunda, 1916 Ocak ayında İtilaf Devletleri çekilmek zorunda kaldı. Bu, tüm Türk milleti için büyük bir zaferdi.

Zaferden sonra, cepheden dönen gaziler vardı. Kimi kolunu, kimi bacağını, kimi gözlerini kaybetmişti. Onlara yine kadınlar baktı. Anneler, eşler, kız kardeşler... Gazi eşi olmak, ayrı bir fedakârlık gerektiriyordu. Yaraları sarmak, psikolojik travmalarla baş etmesine yardımcı olmak, kimi zaman ömür boyu sürecek bakım hizmetlerini üstlenmek...

Öte yandan, şehitlerin geride bıraktığı aileler için hayat çok zordu. Dul kalan kadınlar, hem anne hem baba olmak zorundaydı çocuklarına. Çoğu, köyünden şehre göç etti, hizmetçilik yaptı, dokumacılık yaptı, her türlü işe girdi çocuklarını doyurabilmek için.

Halime Kadın, kocası şehit düştükten sonra üç çocuğuyla yalnız kalmıştı. Zor günler geçirdi, ama çocuklarını okutmayı başardı. "Babanız bu vatan için öldü, siz de bu vatan için yaşayacaksınız," derdi onlara her akşam.

Savaşın Kadın Tanıkları: Anlatılmayan Hikâyeler​

Çanakkale Savaşı'nın kadın tanıkları, yıllar sonra anılarını anlatmaya başladılar. Bu anılar, savaşın bilinmeyen yönlerini ortaya çıkardı.

Örneğin, Gelibolu yarımadasında yaşayan Emine Nine, İngiliz çıkarması sırasında köylerini terk etmek zorunda kaldıklarını anlatmıştı:

"Bir sabah uyandık ki, deniz gemilerle dolmuş. Sonra top sesleri başladı. Kocam 'Hemen toplanın' dedi. Çocukları aldık, biraz eşya, biraz yiyecek, düştük yollara. Evimizi, tarlalarımızı, her şeyimizi bıraktık. Günlerce yürüdük. Yolda bebekler öldü, yaşlılar dayanamadı. Biz Çanakkale'nin içlerine kadar gittik. Orada bir köye yerleştik. Savaş bitene kadar geri dönemedik. Döndüğümüzde evimizden eser yoktu."

Safiye Hüseyin Elbi'nin anıları ise, cephedeki sağlık koşullarını gözler önüne seriyordu:

"Yaralılar gemilere taşınırdı. Her yer kan içindeydi. Bir gün on sekiz saat hiç durmadan ameliyathane nöbeti tuttum. Doktorlar operasyon yaparken biz hemşireler aletleri hazırlıyor, pansuman yapıyor, yaralılara moral veriyorduk. Kimi zaman bir genç askerin son nefesinde elini tutuyordum. Çoğu 'Ana' diye seslenirdi bana. O an gerçekten onların annesi oluyordum."

Bir başka tanıklık, İstanbul'dan gönüllü olarak Çanakkale'ye giden bir öğretmen olan Makbule Hanım'dan geliyordu:

"Hastanelerde yaralı askerlere mektup yazıyordum. Çoğu okuma yazma bilmezdi. Ailelerine son sözlerini, vasiyetlerini yazıyordum kimi zaman. Bir gün bir asker, 'Öğretmenim,' dedi, 'anama yazma ki ben yaralandım. Merak eder, üzülür. Yaz ki, iyiyim, sıhhatim yerinde, yakında izne geleceğim.' O asker ertesi gün vefat etti. Ben yine de onun dediği gibi yazdım. Belki yanlış yaptım, ama bir annenin kalbini kırmaya elim varmadı."

Bir Ulusun Doğuşunda Kadın İmzası​

Çanakkale Savaşı, sadece askeri bir zafer değildi. Bu savaş, Türk milletinin var olma mücadelesiydi. Ve bu mücadelede, kadınların imzası vardı.

Cephe gerisinde tarlada çalışan kadının alın teri, cephane taşıyan kadının ayak izleri, yaralı askere bakan hemşirenin şefkatli elleri, şehit düşen evladın ardından dimdik duran annenin gözyaşları... Hepsi bu zaferin imzasıydı.

Çanakkale Savaşı'nın kadın kahramanları, belki büyük nutukların, gösterişli törenlerin baş köşesinde yer almadılar. Ama onlar, destanın sessiz kahramanlarıydı.

Bugün, Çanakkale Zaferi'nin 110. yıldönümünde, bu sessiz kahramanları anmak, onların hikâyelerini dinlemek, fedakârlıklarını hatırlamak gerekir. Çünkü bu vatan, sadece cephede çarpışan askerlerin değil, aynı zamanda o askerleri yetiştiren, onlara güç veren, onların yokluğunda vatanı ayakta tutan kadınların da eseridir.

Şehitlerin ve gazilerin hatırasını yaşatırken, o destanın kadın kahramanlarını da unutmamak, onların hikâyelerini gelecek nesillere aktarmak, hem bir vefa borcu hem de bir sorumluluktur.

Çanakkale geçilmez dedik, geçilmedi. Bu zafer, bir ulusun topyekûn mücadelesinin eseridir. Ve bu mücadelede, kadınların payı, tarihin tozlu sayfalarından çıkarılıp gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir.
Reactions: Curly ve sevgisuer