Türk Tarihinin Şanlı Asenaları

Zehir

her seçiş bir vazgeçiştir
Kayıtlı Üye
6 Ocak 2009
1.847
1
Yüce Hakan Tomris Hatun



Yüce Hakan Tomris Hatun Hz. İsa'nın doğumundan önce Altıyüzüncü Yılda Türklerinin hükümdarı idi. Bu sıralarda İran'da da Ahamenid sülalesi hakim bulunuyordu. Bu sülale zamanında İran orduları birkaç defa Doğuya doğru saldırarak Türklerle savaşmışlardı.

Tomris'in hükümdarlığı zamanında. İranlıların basında Kirus adında bir hükümdar bulunuyordu. Bu hükümdar önceleri Saka Türkleri ile çarpışarak onları yenmiş ve Batı Türkleri'nin güney kısımlarım ele geçirmişti.

Bu savaşlardan on yıl kadar sonra Kirus Peçeneklere de saldırdı. Harbin sebebi Kirus'un Tomris'le evlenmek istemesi ve Peçeneklerin kadın başbuğunun bu isteği reddetmesi idi.

Tabii bu sebep o çağlardaki usullere göre çok önemli idi. Çünkü Tomris İran hükümdarı ile evlendiği takdirde hükümdarı bulunduğu ülkeler de Kirus'un eline ve dolayısıyla İranlılara geçmiş olacaktı....


işte teklifi. Türklerin kadın Sakam tarafından geri çevrilince esasen kan dökücü bir insan olan Kirus çılgına döndü ve kendisiyle evlenmeği kabul etmeyen bu kadın hükümdarın cezasını vermeğe karar verdi. Kirus önce Tomris'in oğlunun emri altındaki Türk öncü kuvvetiyle karşılaştı ve onları bozguna uğrattı.

Tomris'in oğlu düşmana yenilmenin verdiği yasla kendi kendini öldürdü. Bu savaşı kazanan ve gözleri dönmüş olan Kirus Türk Hakanı Tomris hatunun da üzerine yürüdü. Türklerle İranlıları bir kere daha karşı-karşıya getiren bu savaş pek kanlı oldu. Önce her iki taraf birbirlerine ok atmaya başladılar. Bu oklaşmalar öyle şiddetli oldu ki iki taraftan yaralanmayan hemen hiç kimse kalmadı.

Böylece gayet kanlı bir başlangıçtan sonra ordular mızrak ve kılıçlarla göğüs göğüse geldiler. Türklerin kadın başbuğu ile İranlıların erkek hükümdarının idare ettiği bu müthiş savaşın sonu çabuk geldi. Her vuruşmada olduğu gibi bunda da zafer kartalı kahramanlık askerlik kabiliyeti ve zekada üstün olan tarafın esiri oldu. Savaşı Türkler kazanmıştı.

Yüce Türk Hakanı Tomris Hatun hem milletinin ve yurdunun mukaddes sevgisiyle ve hem de savaşta yenildiği için hayatına kıymış olan sevgili oğlunun gönlüne saldığı büyük acı ile dövüşmüştü ve başardığı bu kahramanca dövüşle. İran ordusunun büyük kısmım cansız olarak yere sermiş olmakla beraber Ahamenid sülalesinin azgın hükümdarı Kirus'u da telef etmişti.

Kirus hayatında çok kan akıtmış bir hükümdardı. Bunun için kahraman Türk kadını Tomris bu kan akıtıcı adama dünyaya ibret teşkil edecek bir muamelede bulundu ve Kirus'un kafasını kan dolu bir fıçıya atarak "hayatında kan içmeğe doymamıştın şimdi doya doya iç!" dedi. Bu hadise yüz yıllarca dünya milletlerinin dillerinde söylendi durdu ve bugüne kadar ulaştı.

İşte Tomris hakkında tarihin verdiği mevsuk (kaynak) bilgiler bundan ibarettir. Geri kalan birçok hususlar efsanelerle karışmakta dır.

Bu zaferin kazanılması büyük bir hadisedir. Çünkü Tomris o sırada sadece Türklerin bir kısminin yani yalnız Peçeneklerin hükümdarı bulunuyordu ve kumanda ettiği kuvvetler bu bakımdan mahduttu. Diğer taraftan Ahamenid hükümdarı ise butu İran'ın hükümdarı idi ve ordusu nispet kabul etmeyecek kadar büyüktü. Üstelik bu hükümdar bir erkek ve karşısındaki ise bir kadındı.

Fakat bu kadın. Sadece bir kadın değil bir Türk kadını idi ve bu kadın kendisiyle izdivaç ederek milletinin ve vatanının hürriyetine istiklaline kasteden kan dökücü bir adama karşı yılmadan dövüşmüştü. Kahraman Tomris mazimizin göklerin süsleyen şanlı bir yıldızdır. Bu şanlı kadın bütün Türk kadınlarına örnektir..
 
SÜYÜMBİKE HATUN​

Altın Ordu Hanlarından Cambek'in 1357'de ölümünden sonra ortaya çıkan taht kavgaları ve Aksak Timur ile Toktamış arasında 1391 ve 1395'lerde cereyan eden savaşlar neticesinde zayıf düşen Kıpçak ilinde "Kazan Hanlığı" "Astrahan Hanlığı" "Kırım Hanlığı" "Sibir Hanlığı" gibi daha küçük Türk devletleri meydana geldi ve büyük Altın Ordu devleti fiilen sona ermiş oldu.
Kazan Devleti iç mücadelelerle de sarsılınca gittikçe zayıflamış ve Ruslar'ın müdahalesi de o nispette artmıştır...
Kazan'da iktidarı elinde bulunduran zümre sulhun muhafazası için Han seçiminde Moskova'nın arzusuna boyun eğmek topraktan fedakarlık etmek ve hatta çocuk yaşta han ilan edilen Ötemiş (1548-1551) ile annesi Süyün Bike'yi Moskova'ya teslim etmek gibi ağır şartlara katlanmışsa da Kazan Hanı Safa Giray 1547’de ölür. Oğlu Ödemiş Giray iki yaşında olduğundan varisi annesi Süyün Bike olur. Ruslar 13 Şubat 1550’de Kazan’a hücum eder. Süyün Bike de diğer kahramanlardan geri kalmadan savaşır. Fakat şehir düşer ve Kazan Beyleri ile birlikte o da esir alınır. Gemilere bindirildiklerinde halk gözleri yaşlı nehrin kenarında beklemektedir.

Kazan Melikesi var gücüyle bağırır:
-“Kazan..Kaygulu kanlı şehir!..Başından tacın düştü... Sen şimdi dul kadın gibisin! Sen şimdi efendi değil kul oldun!..Sen başsız arslan gibisin! Her devlet akıllı Han ile idare edilir güçlü çeri ile ayakta kalır!.. Bunlar olmayınca herkes senden Hanlığı alır! Eski günlerini bayramlarını hatırlayıp benim gibi ağla artık.. Nerede senin eski Hanlık bayramların? Nerede sendeki çocuklar beğler Töreler?... Nerede senin genç kadınların güzel kızların; onların şen sesleri nerde?..Hepsi kayboldu değil mi? Bundan sonra sendebunların yerine ağlamalar inlemeler olacak!..Sende bal akan ırmaklar pınarlar vardı.. Bundan sonra onlarda senin
evlatlarının kanları ve gözyaşları akacak!.. Rus kılıçları onları kırıp geçirecek!.. Ey Tanrım!.. Bizim en azgın düşmanımız olan İvan’a
tez cezasını ver!.. Kazan’ın başına bu belaları açan Şeyh Ali ile Türeleri cezasız bırakma! Onlar beni düşman eline düşürünceye kadar çalıştım; çekmiş olduğum eziyet ve sıkıntıları onların da onları umursamayan ve ülkelerine sahip çıkmasını bilmeyen Kazanlıların da başına ver Tanrım!..Ver ki bundan sonrakilere ibret ve ders olsun ; başka Türk Yurtlarının başına böylesi gelmesin!...”

Bu esir alınıştan sonra Süyün Bike’ye ne olduğu konusunda çeşitli rivayetler var.Ama bilinen bir şey başka Türk yurtlarının başlarına da böylesi sıkıntıların geldiği ve neredeyse hepsinde Türk kadınının da mücadele verdiği gerçeğidir. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’na kadar silahlı mücadelelerin içinde yerini alan kadınlarımız savaş sonrasında da fikir ilim siyaset ve sanat alanlarında milli denebilecek mücadeleler vermişlerdir.
Zaten önemli olan herkesin kendine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmesi değil midir? Öyleyse her birimizin Türk milletine faydalı olacak hedefler belirlememiz gerekir.

"Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın" TİTRE VE KENDİNE DÖN!...
 
DİLŞAD HATUN (İPAR HANIM)



(Ayrıca Çinlilerin adlandırdığı "ŞİANG - FEİ" Güzel

kokulu Prenses)

Yıl 1756...Türkistan iç savaşın eşiğinde felakete doğru adım adım yaklaşmaktadır. Ülke beylerinden Kuçar Beyi Hocası bey ile Hoten Beyi Hoşköpek saltanat sevdası ile (ülke yönetiminde bulunan Davaçiye karşı savaş açmış alabildiğine kavgasını sürdürmektedir hatta bu durum öyle bir boyuta ulaşmıştır ki zamanın Çin İmparatoru olan Chi-En-Lung'dan hasımlarına karşı yardım bile istemişlerdir. Böylece hiç farkına varmadan ülkelerinin nasıl bir çalkantı içinde olduğunu düşmanlarına adeta açıklamış olurlar. Durumu değerlendiren İmparator hemen hiç zaman yitirmeden büyük bir ordu ile Türkistan üzerine yürür. Zira nicedir Türkistan'ı kendi topraklarına katma hayali içindedir. Bu nedenle kendisine güzel bir fırsat doğmuştur. Ordusunun başına güçlü bir komutan olan Şao-Hui'yi getirir... güçlü olduğu kadar da haşin...

Ordu Türkistan sınırlarında görüldüğü zaman tüm Türkistanbu beklenmedik saldırı karşısında şaşırıp kalır hele yardım isteği ile kapılarını çaldıkları bu kimselerin kılıçla karşılık vermesi beyleri yıkar perişan eder. Halkın şaşkınlığı beylerin ise hayal kırıklığı devam ederken Şao-Hui saldırıya geçer. Türkistan ordusu da ister istemez saldırıya yanıt verir. Halk yediden yetmişe cepheye dökülür. Nedenini bile bilmediği bu savaş karşısında kendini kahramanca savunur. çetin bir savaş olur. Ancak düşmanın çokluk olması ve hele Şao-Hui'nin kıyıcı tutumu karşısında öyle bir an gelir en sağlam imamları bile yıkar. Öyleki bir çok yerde halk dövüşmeden teslim olma durumunda kalır.

Fakat beylerin bazıları Hoca Burhanettin'in kardeşi. Hoca Cihan.eşi Dilşad Hatun Davaçi ve yakınları düşmana teslim olmayı kesinlikle kabul etmez iki yıl canhıraş bir halde savaşırlar. Bu arada bir çok yakınlarını yitirirler.

Ama Şao-Hui'nin kıyıcı tutumu karşısında daha fazla direnmenin mümkün olamayacağını görerek İran’ın Bedehşan Emirliğine sığınmaya karar verirler. Büyük bir kafile ile Künlün dağını aşarak Bedehşan'a gelirler. Ancak Bedehşan Emiri AIİ Şah gelenleri kabul etmekte pek İstekli davranmaz. Çünkü geçmiş yıllarda zaman zaman Türkistan beyleri ile sorunlar yaşamıştır. Sınırda yığılmalar olur.

Durumu haber alan Şao-Huihemen ordusu ile gidenlerin ardına düşer ve orada bulunanların yarısını biçer.Durumdan dehşet duyan Şah AH kalanlara kapılarının ardına kadar açar.Böylece Dilşad Hatun eşi Cihan ve Davaçi ile birlikte bir çok Türkistanlı Bedehşan'a sığınmış olur. Geride ise kanlı bir arenayı andıran korkunç savaş sahneleri kalır.

Şao-Hui katliamı basan olarak görerek bunu tescil etmek ve İmparatoruna sunmak için şah Ali'den Cihan'ı ve Davaçi'yi vermesini ister. Hem de diri olarak...Şah Ali.böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söyleyerek onu reddeder.

AmaŞao-Huibaskıya yeltenince. Emir sonunda çaresiz kalarak beylerinsadece başlarını verebileceğini çünkü İslam dininin buna cevaz vermediğini söyler.Başlar Çin'e götürülür ve orada birer kılıcın ucuna takılarak halka teşhir edilir.

Geride kalan Dilşad Hatun ve Davaçi'nin eşi tüm bunlardan habersiz merak içinde eşlerini beklemektedir. Aylar sonra Komutan Şao-Hui yeniden emirliğinde belirir. Bu kez imparatorun buyruğu üzerine Dilşad Hatun'u götürmek ister.

Zira Dilşad Hatun'un güzelliği ve kahramanlığı kendisine öyle anlatılmıştır ki İmparator görmeden ona aşık olmuştur.

Şao-Hui ayağının tozu ile Şah Ali’nin huzuruna varır ve Dilşad Hatun'u Çin'e götürmek istediğini söyler. Şah Ali vermemek için direnir. Ama komutan ne yapıp yapıp imparatorun buyruğu yerine getirmek azmindedir. Çareler arar. Bir takım dolambaçlı ve hileli yollar dener.Sonundabirkaç ünlü Türkistanlı ulemayı Bedehşan'a gönderir. Bunlardan Molla Said adındaki zat Şah Ali'nin huzuruna vararak Türkistan’dan geldiğini ve Dilşad Hatun'u halkının istediğini...ona ihtiyaçları olduğunu söyleyerek Emir'i kandırır. Türkistan halkının zulüm ve baskıdan kıvrandığını ve eğer. Dilşad Hatun İmparatora ricacı olarak giderse halkın rahatlayabileceğini söyler.Bu nedenlekendisinin Kaşgar halkının sözcüsü olarak geldiğini sözlerine ekler.

Halkı için canını bile esirgemeyen Dilşad kendisi için ölümle denk olan bu teklifi çaresiz olarak kabul ederek oradan gözyaşları ile ayrılır. Yolda kendisine İki yüz Türk askeri ve Çinli bir alay eşlik eder. Geçtiği her yerde saygı görür fakat ne bu ilgi ne de içindeki umut ışığı onu ıstırap çekmekten alıkoymaz. Çünkü ülkesini hallaç pamuğu gibi atan bir İmparatorun ayağına gitmek ve ondan şefkat dilemek kadar korkunç bir şey olamazdı onun için...Acısını damla damla içine akıtır. Dilşad'ın bu üzgün halini gören Komutanonun canına kıyabileceğini düşünerek yeniden bir takım yalanlarla onu avutmaya çalışır.Üzüntüsünün yersiz olduğunu ve eğer İmparatordan ricada bulunursa onun Cihan'ı da serbest bırakabileceğini ve birlikte ülkelerine gidebileceklerini söyler.

Kafile üç ay gibi bir zamanda çöller dağlar aşarak Çin'e varır.Saray o gün olağanüstü anlar yaşar. Herkes merak ve heyecan içindedir. Hele İmparatorun heyecanı doruktadır. Bazı kimseler de bu savaşçı ve mağrur kadının nasıl dize geleceğini görmek için adeta seyre gelmiştir. Fakat Dilşad bir Prensese özgü vakar ve davranışla saraya gider. Hatta saray kurallarına bile meydan okuyarak savaşta giydiği zırhı ile at üstünde görünür. İmparatorun huzuruna vardığında yine aynı vakar aynı davranış İçindedir. Sarayın görkemi onun ruhuna en küçük bir eziklik vermemiştir. Kendinden emin adımlarla tahta doğru yürür. İmparator ayağa kalkarak Asya'nın bu eşi benzeri görülmemiş kahraman ve güzel kadınını selamlar orada bulunanlar huşu içinde İmparatora secde ederek onu selamlarken Dilşad davranışını hiç bozmaz. Hatta valinin uyarısını bile dinlemeyip ona şöyle bir yanıt verir.

"Müslüman olduğumu unutuyorsunuz. Bizde yalnızca Tanrı'ya secde edilir. O anda ana İmparatoriçenin sesi yükselir. "O da tanrı'nın oğlu' herkesin ona secde etmesi gerekir Onun huzurunda bulunan herkesin...'"

Aslında Dilşad'ın bu davranışı yüzlerce yıllık saray kurallarına göre büyük bir suçtur..

Cezası da ölümdür. Bunu bilen saraylılar İmparatorun nasıl bir tepkide bulunacağını merak ve korku içinde beklerken.Tanrı'nın oğlu karşılaştığı bu olağan üstü varlığın büyüsü ile bambaşka bir kimliğe bürünür ve nazik bir sesle

"Hoş geldiniz.." der. Dilşad hatun.vakur bir halde kılıcını kınından çıkararak İmparator'a uzatır ve ekler. "Bu teslim olma anlamına gelmesin. Bunu sadece Çinli askerlerin yurdumdan çekilmesi koşulu ile veriyorum".

İmparator kılıcı alır ve müstehzi bir davranışla geri verir.Dilşad bu kez ikinci dileği olan Cihan'ın serbest bırakılması isteğinde bulunur. İmparator buna da olumlu bir yanıt bulur. Fakat bu haller ana

İmparatoriçeyi daha da sinirlendirir. İmparator bir yandan annesini nasıl yatıştıracağını düşünürken bir yandan da bu güzel kadını nasıl kazanacağını ve kendisine bağlayacağını düşünür. Ona sarayında güzel bir daire ayırtır.

Buyruğuna nedimeler verir. Oysa genç kadının gözünde hiçbir şey yoktur. O sadece Cihan'ın serbest bırakılacağı ve birlikte Kaşgar'a gidecekleri günün hayalini kurar durur. Kendisini ülkesindeymiş gibi düşler.

İşte yine böyle umut dolu bir günde Cihan'ın öldürüldüğünü ve başının da kılıca takılarak halka teşhir edildiğini işitir. Çılgına döner.. Ve hemen oracıkta İmparator'dan öcünü alacağına dair ant içer. Bunu defalarca yineler.

Hatta imparatorun huzuruna çıkarak aynı sözleri onun yüzüne haykırır. İmparator ise böyle bir olaydan haberi olmadığını söyleyerek Dilşad Hatun'u yatıştırmaya çalışır. Ama Dilşad sürekli olarak ondan öcünü alacağını yineler. Bu haber Saray da yankılanır durur. Ana İmparatoriçe ve yakınları dehşete düşer. Böylesine pervasız bir kadının kendileri için tehlike olacağını düşünerek onu ortadan kaldırmak için çareler ararlar. Ama İmparator güçlü kanatlarını germiş bu acılı masum kadını korumak için var gücü ile çalışır. Şimdi artık ona duyduğu hayranlığı yanında daha başka duygular belirmiştir yüreğinde vicdan azabı merhamet en müthişi de sevgi...aşk. hele son duygular giderek tüm benliğini sarar ve adeta kara sevdaya dönüşür. Dilşad'ın tek düşüncesi vardır...ondan öcünü almak...İmparator kıvranır. her şey için defalarca Özür diler. Ancakgenç kadın yatışmak bilmez. İmparator türlü yollar dener. Ona değerli taşlarla bezeli takılar sunar...armağanlar verir. Ama hiçbir şey ona yüreğindeki isyanı bastıramaz. Acı içindedir. Kendisinin böyle bir oyuna getirilmesi onu çileden çıkarır. Onun bu halini gören İmparator yeni çareler arar. Tek amacısevdiği bu kadının acısını biraz olsun dindirmek bu arada kendini affettirebilmek...sık sık ziyaretine gider fakat her gittiğinde Dilşad'ın güzelliğini görerek daha bir efsunlanır. Hele genç kadının kullandığı koku adeta başını döndürür .Bu nedenle kendisine "ŞİANG-FEİ' diye hitap eder.Yani güzel kokulu prenses... Ancak güzel kokulu Prensesin böyle bir iltifata hiç ihtiyacı yoktur. Onun ruhu tıpkı ülkesi gibi yıkık ve virandır. Durup durup o korkunç olayı düşünür ve ülkesinde olup bitenleri...Tüm dünyasını hüzün kaplamıştır. Şimdi artık Kaşgar'daki o hayat dolu kadından en küçük bir eser kalmamıştır. Şölenlerde yakınları ile Birlikte dans eden dans ederken de eteklerindeki minik çanların ahenkle çaldığı...O koskoca bir uygarlığın minik bir simgesiydi. Adı üstünde... "UYGUR KADINI" Onun ülkesinde hanımlar birer zarafet öğesiydi. Yakalar açık saçları uzun tırnaklan boyalı ve hele dimdik yürüyüşleri ile adeta bir manken edasındaydı.İmparator tüm bunları biliyordu. Bu yüzden de böyle bir kadını hüzünden kurtarmak İçin akıl almaz özverilerde bulunmaktaydı. Tez elden yasak kent'in içine camisi çarşısı hamam ile bir Müslüman mahallesi kurar...salt Dilşad Hatun sevdiği İğde ağaçlarını bile kökünden söktürüp saray bahçesine diktirir.

Bu arada Doğu Türkistan'daki asayişi sağlayıp oradaki beylerden bazılarına düklük prenslik ve daha başka unvanlar verir. Saraylar yaptırıp onlara tahsis eder dendi yurtlarına izin verilmeyen bazı kimseler Cang-An kapısının batı yanına iskan edilir. Onlara Çinli halka tanınan memuriyet ticaret ve seyahat hakkı tanınır. Ayrıca hazineden bir miktar para ayrılarak onların bulunduğu yere bir Cami yapılmasını buyurur. Süslü yüksek kemerli geniş sahanlı olarak inşa edilen bu cami 1765 te tamamlanmıştır. Caminin içinde dört dilde yazılmış bir kitabe vardır. Kitabenin Çince metnini bizzat İmparator kendisi yazarak mührünü basmıştır. Zaten bir çok bilgi de bu kitabeden öğrenilmiştir.

İmparator tüm bunların yanında Çin'de bulunan Türk askerlerini teşkilatlandırarak muafız alayı olarak Dilşad'ın buyruğuna verir ve üç Çin gümüşü ile onları maaşa bağlar. Ve artık Chi-En_Lung Dilşad tarafından reddedilmeyeceğini düşünerek ona evlenme telif eder.

Dilşad aradan geçen bu sekiz yıl içinde kin ve öfkesinden oldukça sıyrılmış başına gelenleri kadere bağlamışsa da yine de İmparator'un teklifine olumlu yanıt vermez. 'Müslüman bir kadının kendi dininden olmayan bir kimse ile evlenmesinin caiz olmadığını söyler'.Şimdi artık tek isteği vardır yurduna dönmek...doğup büyüdüğü o yerler bir serap gibi gözlerinin önünde belirir durur.. ve bu özlemi doruğa ulaşarak onu hasta eder. Vatan hastası...

Ne yer ne içer. Onun bu halini gören İmparator ne yapacağım bilemez. Onsuz yaşamayacağına kesinlikle inanmıştır. Bu nedenle Dilşad'ın kalması için defalarca ricada bulunur. Fakat Dilşad da ülkesinden uzak yaşamayacağını vurgular durur. İmparator çıkmaza girer.ne is ne güç..Devlet işlerine bile bakmaz. Öteden beri durumu öfke ile izleyen Ana

İmparatoriçe'nin sabrı kesilmiştir artık. Oğluna çıkışta bulunur.'Nedirsenin bu yaptığın? Bir düşmana bu ne sevgi ve ihtimam? der.'İmparator ise ben düşman diye bir şey tanımıyorum artık. Değil Türkistanlılar.

dünyanın Öbür yanında yaşayan George Washington bile benim kardeşimdir diyerek yanıt verir. O yaşadığı bu büyük acı ile ihtirasından arınmış hem bir Türk dostu hem de dünya insanıdır artık.Ancak kötülük bir yerde iyiliği yener. Ana imparatoriçe oğlunun ıstırabına dayanamayıp onun canı kadar sevdiği Şiang-fei'sine kıyar. Kimi ipek iplikle

boğdurulduğunuKimi de zehirle yaşamına son verildiğini söyler Ancak imparatorun tepkisi çok

büyük olur. Mabede kapanarak günlerce yas tutar.İşte Dilşad Hatun'un hayatı böylesine hazin..bir o kadar ilginçtir.O her zaman îçin.onurunu her şeyden üstün tutarak. milletİ için gurur kaynağı olmuştur.Şimdi bu şehit'imiz iki yüz elli yıldır geçmişin karanlığında gömülü yatmaktadır. Tüm Gözlerden ve gönüllerden ırak...durup düşünüyorum. Bir ona bakıyorum bir de Jan Dark'a-.içim burkuluyor. Jan Dark bugün dünya edebiyatının baş yapıtlarında..onun için oyunlar yazılmış. ne hikayeler ne filmler çevrilmiş.Yani şanı tüm dünyaya duyurulmuş .batı insanın vefası sayesinde.

Ama biz kendi Dilşad'ımız için ne yapmışız...bu büyük kadın için ne?Onu yüreğimiz sızlamadan geçmişin karanlığına terk edip bırakmışız.Oysao bize tarih boyunca gururla anacağımız nice onurlu anılar bırakmış. Kısaca tarihimize şan katarak bizleri hiçbir milletin tarihinde olmayan bir onura gark etmiştir.

Ben bir tiyatro yazarı olarak Dilşat Hatun'un hayatını okuduğumda iliklerime kadar huşu duydum. Ama bunun yanı sıra büyük bir üzüntü ve mahcubiyet... Bir kalem işçisi olarak Bir nebze olsun kendimizi affettirmek ve onuo karanlık dehlizlerden kurtarıp gün ışığına çıkarmak için hemen kaleme sarıldım. Gerçi .onu anlatmaya kimin gücü yetebilir?

O yalnızca kendi soydaşlarının değil dünya Kadınlarının gururudur Onu tanımak ve tanıtmak ne güzel...hepimiz biliriz ki milletleri büyük millet yapan onların tarihlerinde yer alan şanlarıdır. Böyle bir tarihe sahip olan bir milletinde ecdadını tanıması ve onunla gurur duyması en doğal hakkıdır.

RUHUN ŞAD OLSUN; BÜYÜK KADIN DİLŞAD HATUN..
 
KIRIM TARİHİN CESUR SAVAŞÇISI: Emine Banu...


Tarihimizin ilk çağlarından beri kadınları çocukları gençleri ve ihtiyarları ile her zaman ve her hal ve durumda başkalarının vazgeçtiği zor vaziyetlerde bile destanlara konu olan kahramanlıklar meydana getirmiş bir milletiz. Tarihimizin çok uzun bir dönemi ezeli düşmanımız Ruslarla yani eskilerin deyimi ile Moskoflarla savaşla geçmiştir. Kırım Yarımadası bu savaşların en yoğun olarak geçtiği bölgemizdir. Kırım Hanlarının Osmanlı Hakanlarına bağlandıkları çağlarda ise bu mücadele kıyasıya bir var olmak veya yok olmak şeklinde sürmüştür. Aşağıda bu sürüp giden savaşların en trajik olanlarından birinin öyküsünü veriyoruz. Filmlere ve pek çok romana ve hattâ opera librettolarına konu teşkil eden Kırım Şehidi Emine Banu`nun macerası ibretle okunacak bir hikâyedir. Allah ona rahmet eylesin:

`...Birinci Abdülhamid; nasılsa Kırkağaç taraflarından kendisine satılmış Emine adındaki cariyeyi; Kırım Hanı Giray`a hediye olarak göndermişti.

Kerim Giray çok güzel çok hoşa giden bu sevimli hediyeden pek fazla memnun olmuş onu başgözde pâyesine yükselterek kendisine de Emine Banu adını takmıştı. Banu hatun demekti hatun ise prenses mânasına gelirdi.

Rusya tahtında oturan İkinci Katerina bu taçlı zalim Kırım mirzalarının kucaklarına serptiği altınlarıyla Tatarları birçok kısımlara ayırtmış onları birbirlerinin düşmanı haline koymuştu. Yine bu sırada İstanbul`da da `vurdum duymaz` bir saltanat hükmünü icra ediyordu.

Katerina bu gafletten istifade ederek Kırım`ı istilâ için ordularını harekete geçirdi. Kerim Giray civardan toplayabildiği Tatar ordularıyla mukavemete hazırlanıyordu. Karargâhını Polonya Ukraynası yolu üzerindeki Acemka`ya kurmuştu. Karşısına gelecek ilk Rus kuvvetinin derecesini anlamak istiyordu. Buna da muvaffak olmuş ancak bu kuvvetin 8 bin 9 bin arasında olduğunu öğrenmişti. Yanındaki Tatar kuvvetleri düşmanı perişan etmeye kâfi idi. Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Ruslar yaklaşmaya başladıkça Nogay Tatarları kabîle ve oymak meselelerini ortaya çıkardılar. Kerim Hanı maiyetindeki birkaç yüz yeniçeri ile bırakarak çekildiler. Gelecek Osmanlı imdat kuvvetini beklemeye vakit yoktu. Kerim Han bir sabah yirmi kişilik bir maiyeti ile alelâcele geriye döndü. Emine Banuyu da beraber götürmek istedi. Fakat Emine aslâ razı olmamıştı. Acemka`yı terk edip gidenlerin önüne çıkıyor:

- Allah için din için peygamber için kalınız!.. Bakın ben bir kadın olduğum halde kalıyorum siz neden korkup kaçıyorsunuz? diye bağırıyordu.

Nihayet sözünü ancak yirmi kişiye dinletebildi. Yirmi erkek sipahi bu cesur arslan kadının yanında kaldı. Sipahilerin ileri gelenlerinden birisi sordu:

- Hatun; yirmi kişi ile düşmana nasıl karşı geleceğiz ne yapacağız?

Emine güldü:

- Düşmana barınacak bir yer bırakmamakla onu mahvedeceğiz. Acemka ve onun civarındaki 120 köy suların donmaya buz tutmaya başladığı bu zamanda düşman ordusu için en mükemmel bir mezar halini alır. Bahusus muhtemel (- çok ihtimalli) bir savaş karşısında Türk ordusunun bütün erzakı buradaki depolardadır. Biz bunları olduğu gibi Ruslara teslim edecek olursak geriden gelmekte olan Osmanlı imdat kuvveti ne yapabilir? Yapılacak tek işimiz var: Şehri ve köyleri ateşe vermek. Daha Rus ordusunun yetişmesine beş altı gün vakit var...

Savaşlardan savaşlara koşmuş her savaşta kahramanlıklarıyla ün salmış bu yirmi serdengeçti sipahi hatunun sözlerini pek mâkul bulmuşlardı. Evvelâ Acemka sonra da bütün köyler yakılıyor erzak ambarları cephanelikler kül oluyor havaya uçuyordu.

Rus süvarileri burada cephane ve erzak bulacaklarını bildikleri için çok tedbirsiz gelmişlerdi. Fakat şimdi onların yerine cephaneliklerden çıkan tıpkı şiddetli gök gürültülerini andıran tarakalar duyuluyordu. Her ne bahasına olursa olsun son yanmamış birkaç köyü elde etmek istediler. Gerek kendilerini gerekse hayvanlarını barındırmak için bunlar lâzımdı. Fakat ilk hücum istedikleri köyde Emine Banu`nun ateşi ile karşılaştılar. Hatun bir taraftan savaşıyor diğer taraftan da bu son köyleri yakıyordu. Düşmanın ateşi çok mühlik (-öldürücü) çok dehşetli idi. Fakat Emine`yi korkutmuyordu. Cesur kadın yanında kalan birkaç kişi ile son cephanelikleri de ateşledi ve ondan sonra yanan bir kalenin üstüne çıktı. Alay ederek kahkahalarla gülerek Ruslara beyaz mendil sallıyordu!..

Nihayet altında yanan kale birdenbire devrildi ve Rus ordusu karşısında yarı yanmış bir kadın cesedi buldu. Ahmaklar şehri ve bütün köyleri yakanın bu Türk kadını olduğunu görerek onu hayretle seyrediyorlardı.
 
sözde değil içten teşekkürler.. çok beğendim.. emeğine sağlık arkadaşım <3 :KK69:
 
Son düzenleme:
Nasil dini isimler özenle korunuyorsa Tarihte Türkün özgürlügünü temsil eden Disi Kurt Asena ismi de bu sekil korunmali,

ama gel görki cikiyor gurursuz bir kadin Ibo dan dayaklar yiyor adini da Asena koyuyor. Bu güzel isim bu kadar asagilanirmi, bu kadina yakisan gurursuz ismi verilmeli, Asena ismini alip kirletmeye hakki yok
 
X